Bu yazıda Fotoğraf makinesi'in heyecan verici dünyasını ve onu çevreleyen tüm yönleri keşfedeceğiz. Kökeninden bugünkü önemine kadar, bu çok alakalı konunun derinlemesine bir analizine gireceğiz. Son araştırmalar, uzmanlarla yapılan görüşmeler ve somut örnekler aracılığıyla, bunun toplum üzerindeki etkisini anlamak için farklı boyutlarına ineceğiz. Fotoğraf makinesi yıllardır ilgi ve araştırma konusu olmuştur ve mevcut bağlamda önemini anlamak çok önemlidir. Popüler kültür üzerindeki etkisinden bilimsel alanla ilgisine kadar, Fotoğraf makinesi'i ayrıntılı olarak araştırmaya değer bir konu haline getiren tüm yönleri ele alacağız. Bu keşif ve öğrenme yolculuğumuzda bize katılın!
Fotoğraf makinesi ışık ile resim çizmeye yarayan kamera türüdür. Tek veya temel amacı hareketsiz görüntülerin (fotoğrafların) kaydedilmesidir. Geleneksel fotoğrafçılıkta, görüntü, kameraya yerleştirilen ışığa duyarlı fotoğrafik malzemeye ışık tutularak fotokimyasal olarak yakalanır.[1]
Bu şekilde elde edilen latent görüntü, fotoğraf tabında işlenerek görünür hale getirilir. Dijital fotoğraf makinesinde, fotoğrafik kayıt, optik görüntünün fotoelektriksel olarak elektrik sinyaline dönüştürülmesi, ardından dijital verilere çevrilmesi ve bu verilerin dosyalar halinde çeşitli ortamlarda depolanması yoluyla gerçekleşir.
Bir fotoğraf makinesinin görüntüleme sistemi, filme olan mesafesi değiştirilebilen bir mercek ve diyafram kombinasyonudur. Objektif, yakınsak bir mercek gibi hareket eden bir mercek sistemidir. Farklı merceklerin (bazen farklı cam türlerinden yapılmış) kombinasyonu, özellikle görüntünün kenarlarında renk hatalarını ve bozulmaları önler.
Fotoğraf makinesinde belgelenmek istenen cisimden yansıyan ışık, objektife ulaşır ve odaklanır. Sonra, hemen objektifin içinde bulunan ve adına diyafram denilen bölüme ulaşır. Diyaframın görevi, ışığın parlaklığının ayarlanabilmesidir. Bu işi ise ortasında bulunan ve kullanıcı tarafından genişliği ayarlanabilen bir delik sayesinde yapar. Objektifte toplanan ve odaklanan ışık, diyaframdan geçerek perdeye ulaşır. Perde, çekim sırasında belirlenen bir süre boyunca açık kalarak, ışığın film üzerine arzu edilen miktarda düşmesini sağlar.[2]
35 mm makineler, refleks makineleri, compact makineler, körüklü makineler, minyatür makineler, stüdyo makineleri, sualtı makineleri, polaroid makineler, otomatik ve yarı otomatik makineler, dijital makineler gibi çok değişik tipte ve özelliktedir. Film boyutuna göre ise, büyük boy fotoğraf makineleri(9 x 12, 13 x 18 cm), orta boy fotoğraf makineleri (6 x 4,5 cm, 6 x 6 cm, 6 x 7 cm, 6 x 8 cm ve 6 x 9 cm), küçük boy fotoğraf makineleri (24 x 36 mm), minyatür fotoğraf makineleri (gizli çekim için kullanılan çok küçük makinalar), Polaroid fotoğraf makineleri, dijital-sayısal fotoğraf makineleri olarak sınıflanabilir.
Fotoğrafçılığın başlangıç tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Fotoğraf tarihi karanlık kutu içinde görüntü elde etmenin tarihi olduğu kadar, bu görüntüleri fotokimyasal yollarla saptamanın da tarihidir.
Fotoğrafın temelini anlamak için öncelikle görmek fiilinin nasıl gerçekleştiğini anlamak gerekmektedir. Görmenin nasıl gerçekleştiğine dair Yunan bilginler 2 görüşe sahiptiler:
1. Gözden ışınlar çıkmakta ve bu ışınlar nesneler tarafından kesilmekte idi.
2. nesnelerin temsili bir şey göze girmekte idi.
İslam alimleri kendilerine ulaşan bilgilerden yola çıkarak görme mevzusu üzerinde çalışmalar yapmış ve görmenin hakikatini ortaya koymuşlardır. İslam alimlerinden Kindî, görmenin, hacimli, üç boyutlu ve sürekli ışınlardan meydana geldiğini ifade etmiştir. Bu görüşü geliştiren İbn-i Heysem ise günümüz optik biliminin temellerinin hemen tamamının dayandığı Optik (Kitabu'l Menazir) isimli eserini te'lif ederek Optik Biliminin kurucusu olmuştur. Buna ilave olarak İbn-i Heysem, göze dioptrik bir sistem olarak yaklaşmak suretiyle kırılma geometrisini uygulamış ve bu metod ile de atmosferin yüksekliğini günümüz ölçülerinde saptamıştır. İbn-i Heysem, ışık huzmelerinin küçük delikten geçerken dağılmayarak deliğe paralel düz beyaz yüzey üzerinde baş aşağı bir görüntü oluşturduğunu açıklamıştır. Delik ne kadar küçük ise görüntü o kadar nettir. Görüntü ters düştüğü halde neden düz gördüğümüzü ise, optik sinirlerinin görüntüyü analiz eden ve tanımlayan beyinle bağlantı sağladığını izah ederek açıklamıştır. Işık kaynaklarını ve yaydıkları ışıkların niteliklerini incelemiş, kendisi ışık kaynağı olan nesnelerin ışığına birincil, ışıklandırılmış nesnelerin yaydığı ışığa da ikincil ışık adını vermiştir. Aynı zamanda ışığın doğru boyunca yayıldığını düşünerek bunun kanıtlanması için -bugünkü fotoğraf makinesinin esasını teşkil eden- karanlık oda deneyini ve gölgelerin niteliklerini dikkate alan daha başka deneyleri düzenlemiştir..[3] Bu bilgilerden yola çıkarak, fotoğrafın temelini hangi bilim adamının hangi asırda attığı ortaya çıkmaktadır: M. 10. yy, İbnü'l Heysem.
10. yüzyılda Müslüman bilgin Cabir b. Hayyan, gümüş nitrat'ın güneş ışığı etkisiyle karardığını bulması ve 15. yüzyılda büyük sanatçı Leonardo da Vinci'nin karanlık odada mevcut ufak bir deliğin dış dünyadaki görünümlerini aksettirmesi fotoğrafçılık tarihindeki önemli başlangıçlardır. Sanatçılar Rönesans devrinde karanlık kutuyu buldular. Böylece, ışığın girdiği ufak bir delik aracılığıyla karanlık kutunun öbür ucunda konunun ters çevrilmiş bir görüntü görebiliyordu. 18. yüzyılda karanlık kutunun bir ucuna mercek ve diğer ucuna da buzlu cam konularak görüntü kutunun dışında görülebilir hale getirildi.[4]
Işığın kimyevi maddeler üzerindeki etkisi ve gümüş tuzlarının görüntü sapma duyarlılığı 200 yıl önceden biliniyordu. 1725 yılında, kireç ve gümüş nitrat sürülmüş bir kâğıt üzerine bir şekil konulup güneşe tutulduğunda kâğıt üzerinde bu şeklin bir görüntüsünün meydana geldiği görülmüştür. 19. yüzyılın başında kâğıt, gümüş nitrat çözeltisine batırılarak negatiflerin elde edilmesi başarıldı. Fotoğrafçılığın ilk ve esaslı gelişmesi, vernikle saydam hale getirilmiş olan kâğıt üzerindeki bir görüntünün kalay levha üzerine getirilmesidir. Daha sonra, Yuda Bitümü ile kaplanmış kalay levha üzerine düşürülen bir görüntüde güneş ışığı düşen yerlerin beyazlaştığı görülmüştür.[5]
Niepce ile başlayan fotoğraf çalışmaları 1829'da Louis Jacques Mande Daugerre 1837'de Daugerreotype'ı ortaya koymasıyla birden gelişim göstermeye başladı. Bu işlem gümüşle karıştırılmış bakır bir levhanın sünger tozu ve zeytinyağı ile silindikten sonra 1/16 oranında su ve nitrik asit birleşiminde yıkanıp hafif bir ateşte ısıtılmasını ve ikinci defa nitrik aside batırılmasını gerektiriyordu. Böylece hazırlanan levha iyoda batırılıp makineye yerleştiriliyor, ışık durumuna göre 5 ile 40 dakika poz veriliyordu. Elde edilen görüntü 47.5 °C ısıdaki cıvayı kapsayan bir tepsinin içine konulana kadar ortaya çıkmıyordu.
1840 yılında ışığı 16 kere fazla geçiren bir mercek kullanılarak poz süresi düşürüldü. Daugerre tipi ile elde edilen görüntü çok net olmakta ise de gümüş bakır karışımı levhanın kolayca kırılması ve bu yönden çok pahalı olması fazla gelişmesini önledi.[6]
Aynı süreler içinde Henry Fox Talbot bir takım kimyasal maddelere batırılmış kâğıtlar üzerinde görüntü elde etmeyi başardıysa da yavaş yavaş kararması ve görüntünün net olmaması nedeniyle kolayca unutuldu. Ancak Talbot'un bu buluşu için ilk defa "FOTOĞRAF" kelimesi kullanılmıştır. Bir süre sonra da negatiflerin pozitife çevrilmesi başarılmıştır. Böylece modern fotoğrafçılığın temeli atılmıştır.[7]
Daha sonra fotoğraf kâğıtları, yumurta akına batırılarak pürüzsüz bir yüzey elde edilmiştir. Ancak bu yöntem ayrıntıları ortaya çıkarmakta başarısız olmuştur. Yumurta akının iyotlaşması ise başarılı sonuç vermiştir. Bundan sonra ıslak levha yöntemi daha sonra da kuru levha yöntemi bulunmuştur.
Bu tarihlerde bir fotoğraf çekebilmek için ulaşılabilmiş en büyük poz süresi 1/25 saniye idi.
1888 yılında George Eastman, Kodak makinelerinde 10 poz çekebilen bromür kaplı Jelatin rulolar bulunan Kodak fotoğraf makinelerini piyasaya sürerek çok büyük aletler taşıması gereken fotoğrafçıya kolay hareket imkânı sağladı. Fotoğraf çekildikten sonra makine fabrikaya gönderiliyor ve jelatin film kâğıttan ayrıldıktan sonra bir cam üzerine yerleştiriliyor ve sonra yeniden makineye film doldurularak sahibine iade ediliyordu.[8]
1870'te Hermann Vogel emülsiyonları muhtelif banyolara batırılarak duyarlılıklarını arttırma yolunu buldu. 1880 yılında kırmızıya karşı duyarlılığı çok sınırlı olan ortokomatik filmin yanında, pankromatik filmler ortaya çıktı. Fotoğraf 19. ve 20. asırda değişik astigmat merceklerin, selüloz asıllı filmlerin kullanılması, fotoğraf makinesi ve film sanayinde gelişmelerle günümüzdeki durumuna geldi.