Günümüz dünyasında, Gezegen geniş bir yelpazedeki insanlar için büyük önem taşıyan ve ilgi duyulan bir konu haline geldi. Gezegen, toplum üzerindeki etkisinden ekonomi üzerindeki etkisine kadar farklı alanlarda çok sayıda tartışma ve tartışmayı ateşliyor. Önemi göz önüne alındığında, Gezegen ile ilgili temel hususların, kökenleri ve evriminden günlük yaşam üzerindeki etkisine kadar dikkatli bir şekilde analiz edilmesi çok önemlidir. Bu makalede, Gezegen'in çeşitli yönlerini ve mevcut bağlamdaki alaka düzeyini inceleyeceğiz.
Gezegen; genellikle bir yıldız, yıldız kalıntısı ya da kahverengi cücenin yörüngesinde bulunan, yuvarlak hâle gelmiş bir astronomik cisimdir. Uluslararası Astronomi Birliğinin (IAU) tanımına göre Güneş Sistemi'nde sekiz gezegen bulunur. Bunlar, karasal gezegenler Merkür, Venüs, Dünya ve Mars, gaz devleri Jüpiter, Satürn ve buz devleri Uranüs ve Neptün'dür. Gezegen oluşumunu açıklamaya yönelik en yaygın kabul gören bilimsel sav, bir bulutsunun kendi içine çökmesi sonucu bir yıldızlararası bulut meydana getirdiğini ve yıldızlararası bulutun da bir önyıldız ve bunun yörüngesinde dönen bir öngezegen diski oluşturduğunu öne süren bulutsu hipotezidir. Gezegenler bu disk içinde, kütleçekiminin etkisiyle maddelerin kademeli olarak birikmesi sonucu, yığılma (akresyon) olarak adlandırılan süreçte büyürler.
Gezegen sözcüğü, Türkçede "gezmek" fiilinden türemiştir. "Gezenler" ya da "dolaşanlar" anlamına gelen Antik Yunanca "πλανήται" (planḗtai) sözcüğü ise Antik Çağ'da Güneş, Ay ve gökyüzünde çıplak gözle görülebilen "beş ışık noktası" olan Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn için kullanılan bir isimdi. Gezegenlerin tarihsel olarak birtakım dinî çağrışımları olmuştur. Birçok kültür gök cisimlerini tanrılarla özdeşleştirmiştir. Mitoloji ve folklorla ilgili olan bu bağlar, yeni keşfedilen Güneş Sistemi cisimlerinin adlandırılmasında hala devam eder. 16. ve 17. yüzyıllarda yermerkezliliğin yerini günmerkezliliğin almasıyla, Dünya da bir gezegen olarak kabul edilmiştir.
Teleskobun gelişmesiyle birlikte gezegen kelimesinin anlamı da; Dünya'nın ötesindeki gezegenlerin uydularını, buz devleri olan Uranüs ve Neptün'ü, Ceres ve daha sonra asteroit kuşağının bir parçası olduğu anlaşılan diğer gök cisimlerini ve Kuiper Kuşağı olarak bilinen buzlu cisimler topluluğunun en büyük üyesi olan Plüton gibi çıplak gözle görülemeyen cisimleri de kapsayacak şekilde genişledi. Kuiper Kuşağı'ndaki diğer büyük cisimlerin ve özellikle de Eris'in keşfi, bir gezegenin tam olarak nasıl tanımlanacağı konusunda tartışmalara yol açtı. 2006 yılında Uluslararası Astronomi Birliği, Güneş Sistemi'ndeki dört karasal gezegeni ve dört dev gezegeni "gezegen kategorisine" yerleştiren bir tanım yayımladı. Bu tanıma göre Ceres, Plüton ve Eris, cüce gezegen kategorisinde yer almıştır. Buna rağmen birçok gezegen bilimci "gezegen" terimini daha geniş anlamda, Ay gibi yuvarlak uyduların yanı sıra cüce gezegenleri de içerecek şekilde kullanmaya devam etmiştir.
Astronomideki gelişmeler, Güneş Sistemi dışında bulunan ve ötegezegen olarak adlandırılan beş binden fazla gezegenin keşfedilmesini sağlamıştır. Ötegezegenler, 51 Pegasi b gibi ana yıldızlarına yakın yörüngede bulunan sıcak Jüpiterler ve HD 20782 b'de gözlemlenebilen oldukça eksantrik yörüngeler gibi genellikle Güneş Sistemi gezegenlerinin sahip olmadığı olağandışı özellikler gösterir. Kahverengi cücelerin ve Jüpiter'den daha büyük gezegenlerin keşfi, bir gezegen ile yıldız arasındaki çizginin tam olarak nerede çizileceğine ilişkin tanımlama tartışmalarını da alevlendirmiştir. Çok sayıda ötegezegenin, yıldızlarının yaşanabilir bölgelerinde (gezegen yüzeyinde suyun sıvı hâlde var olabileceği bölgeler) yörüngede döndüğü tespit edilmiştir, fakat yaşamı desteklediği bilinen tek gezegen Dünya'dır.
Gezegenlerin nasıl oluştuğu kesin olarak bilinmemektedir. En yaygın kabul gören teori, bir bulutsunun ince bir gaz ve toz diskine çökmesi sonucu bulutsudaki materyallerin toplanarak oluştukları yönündedir. Bu teoriye göre öncelikle, dönen bir öngezegen diskinin merkezinde bir önyıldız oluşur. Yığılma (esnek olmayan bir çarpışma süreci) yoluyla diskteki toz parçacıkları sürekli olarak kütle biriktirerek daha büyük cisimler meydana getirir. Ortaya çıkan ve gezegenimsi olarak bilinen bölgesel kütle yoğunlaşmaları, kütleçekimleri sayesinde daha fazla maddeyi çekerek yığılma sürecini hızlandırır. Bu yoğunlaşmalar, kütleçekiminin etkisiyle içe doğru çökerek öngezegenleri meydana getirene kadar daha da sıklaşır.[1] Bir gezegen, Mars'ın kütlesinden daha büyük bir kütleye ulaştıktan sonra geniş çaplı bir atmosfer biriktirmeye başlar.[2] Bu durum gezegenciklerin atmosfer sürüklenmesi yoluyla yakalanma oranını artırır.[3][4] Katı ve gaz maddelerin yığılma geçmişine bağlı olarak bir dev gezegen, buz devi ya da karasal gezegen oluşur.[5][6][7] Jüpiter, Satürn ve Uranüs'ün düzenli uydularının da benzer şekilde oluştuğu düşünülse de,[8][9] Triton muhtemelen Neptün tarafından yakalanmış,[10] Dünya'nın uydusu Ay[11] ile Plüton'un uydusu Charon ise tahminen çarpışmalar sonucu oluşmuştur.[12]
Bir önyıldız yeterince büyüdükten sonra yanarak bir yıldız hâline geldiğinde; geride kalan disk fotobuharlaşma, Güneş rüzgârı, Poynting-Robertson sürüklenmesi ve diğer benzer etkilerle içeriden dışarıya doğru kaybolur.[13][14] Bundan sonra dahi birbirleri veya bir yıldızın yörüngesinde dönen öngezegenler varlıklarını sürdürebilir, fakat çoğu zaman içinde birbirleriyle çarpışarak daha büyük bir gezegen oluşturur ya da içeriğindeki maddeleri etrafına yayarak bu maddelerin kendilerinden daha büyük öngezegen veya gezegenler tarafından emilmesine sebep olurlar.[15] Yeterince büyük hâle gelen bu gök cisimleri, komşu yörüngelerindeki maddenin büyük çoğunluğunu yakalayarak birer gezegen hâlini alırlar. Baska bir gök cismiyle çarpışmamış öngezegenler, kütleçekimsel yakalanma süreciyle başka bir gezegenin doğal uydusu haline gelebilir ya da diğer gök cisimlerinin kuşaklarında kalarak cüce gezegen veya küçük cisimlere dönüşürler.[16][17]
Daha küçük gezegenimsilerin çarpması; radyoaktif bozunma ile birlikte, büyüyen gezegeni ısıtarak en azından kısmen erimesine yol açar. Gezegenin iç yoğunluğu değişmeye başlar ve daha yoğun malzemeler çekirdeğe doğru çekilir.[18] Daha küçük karasal gezegenler bu yığılma nedeniyle atmosferlerinin büyük çoğunluğunu kaybetse de kaybolan gazlar, gezegenin mantosundan gaz çıkışıyla ve kuyruklu yıldızların gezegene çarpmasıyla yenilenebilir (daha küçük gezegenler ise elde ettikleri tüm atmosferi çeşitli kaçış süreçleriyle kaybederler[19]).[20]
Güneş haricinceki yıldızların etrafındaki gezegen sistemlerinin keşfedilmeleri ve gözlemlenmeleriyle birlikte bu görüşün geliştirilmesi, gözden geçirmesi ve yenilenmesi mümkün hâle gelmiştir. Atom numarası 2'den (helyum) büyük olan elementlerin bolluğunu tanımlayan metallik düzeyi teriminin, bir yıldızın gezegenlere sahip olma olasılığını belirlediği düşünülür.[21][22] Bu nedenle, metal açısından zengin bir öbek I yıldızının, metal açısından fakir bir öbek II yıldızından muhtemelen daha büyük çapta bir gezegen sistemine sahip olacağı düşünülür.[23]
Uluslararası Astronomi Birliğinin (IAU) tanımına göre Güneş Sistemi'nde sekiz gezegen vardır.[24] Bunlar, Güneş'e yakınlık sıralarına göre en yakından en uzağa sırasıyla Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün'dür. Jüpiter, Güneş Sistemi'ndeki en büyük gezegen olup Dünya'nınkinin 318 katı kadar kütleye sahiptir. Merkür ise 0,055 Dünya kütlesiyle Güneş Sistemi'ndeki en küçük gezegendir.[25]
Güneş Sistemi'ndeki gezegenler, bileşimlerine göre kategorilere ayrılabilirler. Karasal gezegenler Dünya'ya benzer ve çoğunluğu kayaç ve metalden oluşur. Merkür, Venüs, Dünya ve Mars, Güneş Sistemi'ndeki karasal gezegenlerdir. Dünya Güneş Sistemi'ndeki en büyük karasal gezegendir.[26] Dev gezegenler olan Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün, karasal gezegenlerden daha büyüktür.[26] Bu gezegenler, bileşim açısından karasal gezegenlerden farklıdırlar. Güneş Sistemi'ndeki en yüksek kütleli iki gezegen olan Jüpiter ve Satürn, birer gaz devidir ve temelde hidrojen ile helyumdan oluşur. Satürn, 95 Dünya kütlesi kadardır ve bu kütle Jüpiter'in üçte birine tekabül eder.[27] Buz devleri olan Uranüs ve Neptün ana olarak su, metan ve amonyak gibi düşük kaynama noktalı maddelerden oluşurken hidrojen ve helyumdan ibaret yoğun bir atmosfere sahiptirler. Uranüs ve Neptün, gaz devlerine kıyasla daha düşük kütlelilerdir (14 ila 17 Dünya kütlesi).[27]
Cüce gezegenler, kütleçekim etkisiyle yuvarlak hâlde olsalar da yörüngelerini diğer gök cisimlerinden temizlemiş değildirler. Güneş'ten ortalama uzaklık sırasına göre, astronomlar arasında genel kabul görenler Ceres, Orcus, Plüton, Haumea, Quaoar, Makemake, Gonggong, Eris ve Sedna'dır.[28][29] Ceres, Mars ve Jüpiter'in yörüngeleri arasında yer alan asteroit kuşağındaki en büyük gök cismidir. Diğer sekiz cüce gezegenin tamamı Neptün ötesi yörüngede bulunur. Orcus, Plüton, Haumea, Quaoar ve Makemake; Neptün'ün yörüngesinin ötesinde yer alan Kuiper Kuşağı'nda; Gonggong ve Eris ise Kuiper Kuşağı'ndan daha uzakta bulunan ve Neptün ile etkileşimlerde Kuiper Kuşağı'na göre nispeten daha kararsız olan dağınık diskte yer alır. Sedna, bilinen en büyük ayrık cisimdir. Ayrık cisimler, hiçbir zaman Güneş Sistemi gezegenlerinden herhangi biriyle etkileşime girecek kadar Güneş'e yaklaşmazlar ve yörüngelerinin kökenleri de hâlâ tartışılır. Katı bir yüzeye sahip olmaları bakımından dokuzu da karasal gezegenlere benzese de, kayaç ve metal yerine buz ve kayaçtan meydana gelmişlerdir. Tamamı Merkür'den daha küçüktür. Plüton, boyutu bakımından bilinen en büyük cüce gezegen, Eris ise en yüksek kütleli cüce gezegendir.[30][31]
Güneş Sistemi'nde az on dokuz gezegen kütleli uydu veya uydu gezegen (elipsoit şekiller alabilecek kadar büyük uydular) vardır:[32]
Ay, İo ve Europa karasal gezegenlerle benzer bileşimlere sahiptir. Diğerleri, cüce gezegenler gibi buz ve kayadan, Tethys ise neredeyse saf buzdan oluşur. Europa genellikle buzlu bir gezegen olarak kabul edilir çünkü yüzeyindeki buz tabakası iç kısmının incelenmesini zorlaştırır.[26][32] Ganymede ve Titan yarıçap bakımından Merkür'den daha büyüktür. Callisto'nun da yarıçapı neredeyse Merkür'e eşittir fakat üçünün de kütlesi Merkür'e kıyasla daha azdır. Mimas, Dünya'nın kütlesinin yaklaşık altı milyonda biri kadar olan kütlesiyle genel olarak jeofiziksel açıdan gezegen olduğu kabul edilen en küçük cisim olsa da, jeofiziksel anlamda gezegen sayılamayacak ancak daha büyük birçok cisim bulunur (örneğin Salacia).[28]
Güneş Sistemi'ndeki jeofiziksel açıdan gezegen olarak kabul edilen gök cisimlerinin tam sayısı bilinmemektedir. Önceleri potansiyel olarak yüzlerce sayıda olduğu düşünülürken artık sadece çift haneli sayılarla ifade edilecek kadar düşük sayılarda oldukları tahmin edilir.[33]
Ötegezegen veya Güneş dışı gezegen, Güneş Sistemi'nin dışında bulunan gezegenlerdir. 20 Ağustos 2024 itibarıyla, 4.963 gezegen sisteminde varlığı doğrulanmış 7.255 ötegezegen bulunmaktadır ve bu gezegen sistemlerinden 1.015 kadarı birden fazla gezegene sahiptir.[35][36][37][38] Kütleçekimsel mikromercekleme verilerini analiz eden 2012 tarihli bir araştırmanın sonucuna göre, Samanyolu'ndaki her yıldızın yörüngesinde ortalama en az 1,6 gezegen olduğu tahmin edilir.[39]
1992'de Aleksander Wolszczan ve Dale Frail, PSR B1257+12 adlı pulsarın yörüngesinde dönen iki gezegeni keşfettiklerini açıkladı.[40] Doğrulanan bu keşif, genellikle ötegezegenlerin ilk kesin tespiti olarak kabul edilir. Araştırmacılar, pulsarı meydana getiren süpernovadan arta kalan bir disk kalıntısından oluştuklarını tahmin eder.[41]
Sıradan bir anakol yıldızının yörüngesindeki bir ötegezegenin ilk doğrulanmış keşfi, Cenevre Üniversitesi'nden Michel Mayor ve Didier Queloz'un 51 Pegasi civarında bir ötegezegen tespitini duyurduğu 6 Ekim 1995 tarihinde gerçekleşti.[42] Bu tarihten uzay aracı Kepler'in yeni keşiflerine kadar bilinen bütün ötegezegenler, kütle bakımından Jüpiter ile karşılaştırılabilir seviyede olmaları veya daha kolay tespit edilebilmeleri dolayısıyla Jüpiter'den daha büyük gaz devleriydi. Kepler ile keşfedilen aday gezegenler kataloğunda, boyut bakımından çoğunlukla Neptün büyüklüğündekilerden Merkür'den daha küçüklerine kadar çeşitli gezegenler vardır.[43][44]
20 Aralık 2011'de Kepler uzay teleskobu ekibi, Güneş benzeri bir yıldız olan Kepler-20'nin yörüngesinde dönen ilk Dünya büyüklüğündeki ötegezegenler olan Kepler-20e ve Kepler-20f'nin keşfini duyurdu.[45][46][47] O zamandan bu yana, 20'sinin yörüngesinde oldukları yıldızlarının yaşanabilir bölgesinde (yeterli atmosferik basınç sağlandığında karasal bir gezegenin yüzeyinde sıvı su bulundurabileceği yörünge aralığı) konumlandığı, Dünya ile yaklaşık olarak aynı büyüklükte 100'den fazla ötegezegen tespit edildi.[38][48][49] Güneş benzeri her 5 yıldızdan 1'inin yaşanabilir[b] bölgesinde "Dünya büyüklüğünde"[c] bir gezegen bulunur, bu nedenle en yakınının Dünya'dan 12 ışıkyılı uzaklıkta olduğu düşünülür.[50][51] Bu tür karasal gezegenlerin oluşum sıklığı, Samanyolu'ndaki akıllı ve iletişim kurabilen uygarlıkların sayısını tahmin eden Drake denklemindeki değişkenlerden biridir.[52]
Dünya gibi kayalık olabilen dev dünyalar veya Neptün gibi uçucu madde ve gazların karışımından oluşan mini Neptünler gibi Güneş Sistemi'nde olmayan bazı gezegen çeşitleri de bulunur. Dünya'nın kütlesinin yaklaşık iki katından daha az olan gök cisimlerinin Dünya gibi kayalık olması beklenir. Fakat iki katından fazla olan gök cisimleri, Neptün gibi uçucu maddelerin ve gazların bir karışımından meydana gelir.[53] Dünya'nın yarıçapının 1,75 katı, bu iki gezegen çeşidi arasında olası bir ayrım noktasıdır.[54]
Dünya'nın kütlesinin 5,5-10,4 katı kütleye sahip Gliese 581c gezegeni, potansiyel anlamda yaşanabilir bölgede olduğu için ilk keşfedildiğinde dikkat çekti[55] fakat daha sonraki çalışmalarda bu gezegenin yaşanabilir olabilmesi için yıldızına fazla yakında bulunduğu sonucuna varıldı.[56] Kahverengi cüceler içinde değerlendirilebilecek ve Jüpiter'den daha büyük gezegenlerin varlığı da bilinmez.[57]
Ana yıldızlarına Güneş Sistemi'ndeki herhangi bir gezegenin Güneş'e olan yakınlığına göre çok daha yakın olan ötegezegenler bulunmuştur. Güneş'e 0,4 AU ile en yakın gezegen olan Merkür'ün Güneş etrafındaki bir turu 88 gün sürerken, ultra kısa dönemli gezegenler bir günden daha kısa sürede bir tam turu tamamlayabilir. Kepler-11 sisteminde Merkür'ünkinden daha kısa bir yörüngede bulunan beş gezegen vardır ve bu gezegenlerin hepsi Merkür'den çok daha büyüktür. Yörüngesinde bulundukları yıldıza çok yakın oldukları için buharlaşmadan ötürü sadece bir çekirdekten ibaret kalan kitonyen gezegenlere dönüşen 51 Pegasi b gibi[42] sıcak Jüpiterler bulunur. Yıldızlarından çok daha uzakta olan ötegezegenler de bulunur. Neptün, Güneş'ten 30 AU uzaklıktadır ve Güneş etrafında tam tur atması 165 yıl sürer fakat, yıldızlarından binlerce AU uzaklıkta olan ve kendi yıldızlarının etrafında bir tam tur atması bir milyon yıldan fazla süren ötegezegenler vardır (örneğin COCONUTS-2b).[58]
Her gezegenin benzersiz fiziksel özellikleri olmasına rağmen, aralarında birçok ortak nokta vardır. Halkalar veya doğal uydular gibi özelliklerden bazıları henüz yalnızca Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerde gözlemlenirken diğer bazı özellikler de ötegezegenlerde sıkça gözlemlenir.[59]
Güneş Sistemi'ndeki tüm gezegenler Güneş'in etrafında, Güneş'in kendi etrafında döndüğü yönde döner. Bu yön, Güneş'in kuzey kutbunun üzerinden bakıldığında saat yönünün tersinedir. En az bir ötegezegenin, WASP-17b'nin, ana yıldızının dönüşünün tersi yönde bir yörüngede olduğu tespit edilmiştir.[60] Bir gezegenin yörüngesini baştan sona bir kez tamamlamasına o gezegenin yörünge periyodu veya yılı denir.[61]
Hiçbir gezegenin yörüngesinin dairesel olmamasından ötürü, her birinin etrafında döndüğü yıldızdan uzaklığı yıl boyunca değişir. Bir gezegenin yıldızına en yakın olduğu noktaya Güneş Sistemi'nde günberi (periastron, perihelion), en uzak olduğu noktaya ise günöte (apastron, aphelion) denir. Bir gezegen günberisine yaklaşırken, kütleçekimsel potansiyel enerji kinetik enerjiye dönüşür ve hızlanır. Gezegen günöteye yaklaştığındaysa, yörüngesinin en ucuna yaklaştığı için yavaşlar.[62]
Her gezegenin yörüngesi bir dizi öğeyle tanımlanır:
Gezegenler, yıldızlarının ekvator düzlemine göre bir açıyla dönerler ve dolayısıyla eksen eğiklikleri farklılık gösterir. Bu durum, her yarım kürenin yıl boyunca aldığı ışık miktarının değişmesine yol açar. Kuzey yarımküre yıldızdan uzaklaştığında, güney yarımküre yıldıza doğru yönelir veya bunun tam tersi gerçekleşir. Bundan dolayı her gezegenin mevsimleri vardır ve bu da yıl boyunca iklimde değişikliklere yol açar. Her yarımkürenin, yörüngesi boyunca yıldızına en uzak veya en yakın olduğu zamanlara gündönümü adı verilir. Bir yarımküre yaz gündönümünde en uzun gündeyken diğer yarımküredeyse kış gündönümünde en kısa gün gerçekleşir. Her yarımkürenin aldığı ışık ve ısı miktarındaki fark, gezegenin her iki yarısı için hava durumunda yıllık değişikliklere neden olur. Jüpiter'in eksen eğikliği görece küçük olduğundan mevsimden mevsime gerçekleşen değişiklikler daha azken; daha fazla eksen eğikliğine sahip olan ve neredeyse yan yatmış Uranüs'ün yarımküreleri, gündönümleri sırasında sürekli olarak güneş ışığına veya karanlığa maruz kalır.[68]
Güneş Sistemi'nde Merkür, Venüs, Ceres ve Jüpiter'de görece küçük; Pallas, Uranüs ve Plüton'da aşırı; Dünya, Mars, Vesta, Satürn ve Neptün'de ise orta derecede eksen eğikliği vardır.[69][70][71][72] Ötegezegenlerde ise eksen eğiklikleri kesin olarak bilinmez, ancak çoğu sıcak gaz devinin, yıldızlarına olan yakınlıklarının bir sonucu olarak ihmal edilebilir bir eksen eğikliğine sahip olduğu düşünülür.[73] Benzer şekilde, gezegen büyüklüğündeki uyduların eksen eğikliği dereceleri neredeyse sıfırdır[74] ve Ay, 6,687° eğikliği ile bu konuda en büyük istisnadır.[75] Bunlara ek olarak, Callisto'nun eksen eğikliği binlerce yıllık zaman dilimlerinde 0° ila 2° arasında değişir.[76]
Gezegenler, merkezlerinden geçen görünmez eksenler etrafında dönerler. Bir gezegenin yıldızı etrafında dönme süresine yıldız günü denir. Venüs[77] ve Uranüs[78] dışındaki Güneş Sistemi'ndeki gezegenler, Güneş etrafında saat yönünün tersine, yani Güneş'in kuzey kutbu üzerinden bakıldığında saat yönünün tersine doğru döner. Ancak Uranüs'ün aşırı eksen eğikliği nedeniyle "kuzey" kutbunun hangisi olduğu konusunda farklı teamüller bulunur. Bu yüzden bu gezegenlerin saat yönünde mi yoksa saat yönünün tersine mi döndüğü konusunda da farklı yaklaşımlar vardır.[79] Uranüs, hangi teamülün kullanıldığına bakılmaksızın yörüngesine göre geri yönlü bir şekilde döner.[78]
Bir gezegenin dönüşü, oluşumu sırasında çeşitli etkenlerle tetiklenebilir. Yığılan cisimlerin ayrı ayrı sahip oldukları açısal momentumlar, gezegenin toplamında da bir açısal momentum oluşturabilir. Dev gezegenlerde gaz yığılması, açısal momentumun artmasına neden olur. Gezegenin oluşma sürecinin son aşamalarında, öngezegenlerin birleşimi esnasında gerçekleşebilecek stokastik bir süreç, gezegenin dönme eksenini rastgele değiştirebilir.[80]
Gezegenlerin gün uzunluklarında farklılıklar vardır. Venüs'ün kendi etrafında dönmesi 243 gün sürerken dev gezegenler için bu süre birkaç saattir.[81] Ötegezegenlerin kendi etrafında dönme süreleri bilinmemekle birlikte, sıcak gaz devleri yıldızlarına olan yakınlıkları nedeniyle kütleçekimsel olarak kilitlenmiş durumdadırlar (yani yörüngeleri dönüşleriyle senkronizedir). Bu da bu gezegenlerin yıldızlarına daima sadece bir yüzünü gösterdiği anlamına gelir ve bu bağlamda bir tarafı sürekli gündüz, diğer tarafı ise sürekli gecedir.[82] Güneşe en yakın olan gezegenler olan Merkür ve Venüs benzer şekilde görece daha yavaş bir şekilde kendi etraflarında dönerler. Merkür, Güneş etrafındaki her iki devri için üç kez kendi etrafında döndüğü bir kütleçekim kilidindedir.[83] Venüs'ün ise kendi etrafında dönüşü, kütleçekim kuvvetlerinin yavaşlatması ve Güneş ısısıyla oluşan atmosfer gelgitlerinin hızlandırması arasında bir denge durumunda olabilir.[84][85]
Tüm büyük uydular, ana gezegenleriyle kütleçekim kilidindedir.[86] Plüton ve Charon gibi[87] Eris ve Dysnomia da birbirlerine kütleçekimsel olarak kilitlenmiştir.[88] Orcus ve uydusu Vanth, birbirleriyle karşılıklı kütleçekim kilidi olan gezegenlere bir başka örnek olabilse de bu konu hakkındaki veriler kesin değildir.[89] Bilinen dönme sürelerine sahip olan diğer cüce gezegenler, Dünya'dan daha hızlı döner. Örneğin Haumea'nın şekli, dönüş hızından dolayı bozulerak üç eksenli bir elipsoit hâline gelmiştir.[90] Tau Boötis b adlı ötegezegen ve etrafında döndüğü yıldız Tau Boötis'in birbiriyle karşılıklı kütleçekim kilidindedir.[91][92]
IAU tanımına göre bir gezegenin belirleyici dinamik özelliği, etrafını temizlemiş olmasıdır. Etrafını temizlemiş bir gezegen, yörüngesindeki tüm küçük gezegenimsi cisimleri toplamak veya süpürmek için yeterli kütleyi biriktirmiştir. Bu durumda gezegen, diğer benzer boyuttaki gök cisimleriyle yörüngesini paylaşmak yerine, yıldızı etrafında tek başına döner. Bu özellik, IAU'nun Ağustos 2006'da açıkladığı gezegen tanımında yer alır.[24] Şu ana kadar bu kriter yalnızca Güneş Sistemi'ne uygulansa da, keşfedilen birçok genç ötegezegen sisteminde kanıtlara göre çöküntü çemberlerinde yörünge temizliğinin gerçekleştiği görülür.[93]
Kütleçekimi, gezegenleri neredeyse küresel bir şekle getirdiği için bir gezegenin boyutu yine yaklaşık bir ortalama yarıçapla ifade edilebilir. Genellikle bir gezegenin şekli, sferoidin kutupsal ve ekvatoral yarıçapları verilerek veya bir referans elipsoidi belirlenerek açıklanabilir. Bu tür bir belirlemeyle gezegenin basıklığı, yüzey alanı ve hacmi hesaplanabilir; boyutu, şekli, dönme hızı ve kütlesi bilindiğinde normal kütleçekimi de hesaplanabilir.[94] Örneğin, Dünya'nın kendi etrafında dönüşü kutuplarda hafifçe basıklaşmasına ve ekvator çevresinde bir şişkinliğe neden olur.[95] Bu nedenle Dünya'nın şekli tam anlamıyla bir küreden ziyade ekvator çapının, kutuptan kutuba çapından 43 kilometre daha büyük olduğu basık bir küredir.[96]
Bir gezegenin belirleyici fiziksel özelliği; kendi kütleçekim kuvvetinin, fiziksel yapısını bağlayan elektromanyetik kuvvetlere üstün gelmesi için yeterince büyük olmasıdır. Bu durum, hidrostatik dengenin oluşmasına ve böylece tüm gezegenlerin küresel ya da sferoit bir şekil almasına yol açar. Gök cisimleri, kimyasal yapılarına bağlı olarak değişkenlik gösteren belli bir kütle değerine kadar düzensiz bir şekle sahip olabilir; ancak bu belli kütle değeri aşıldığında, kütleçekim kuvveti cismi bir küre hâline çökene kadar kendi kütle merkezine doğru çeker.[97]
Kütle, gezegenleri yıldızlardan ayıran temel özelliktir. Güneş Sistemi'nde Güneş ve Jüpiter kütleleri arasında bir kütleye sahip hiçbir cisim yoktur, ancak bu büyüklüklerde ötegezegenler bulunur. Alt yıldız kütlesi sınırının Jüpiter'in yaklaşık 75 ila 80 katı (MJ) olduğu tahmin edilir. Alt yıldız kütlesi sınırının yaklaşık olarak Jüpiter'in 75 katı (MJ) olduğu tahmin edilirken, güneş tipi izotop bolluğuna sahip gök cisimleri için üst gezegen kütlesi sınırı yaklaşık 13 MJ'dir. Bu noktadan sonra gök cismi döteryum nükleer füzyonu için uygun koşullara ulaşır. Güneş Sistemi'nde Güneş haricinde böyle bir kütleye sahip gök cismi yoktur fakat bu boyutta ötegezegenler bulunur. 13 MJ sınırı evrensel olarak kabul edilmez ve Extrasolar Planets Encyclopaedia, 60 MJ'ye kadar[98] ve Exoplanet Data Explorer 24 MJ'ye kadarki gök cisimlerini gezegen kategorisine dahil eder.[99] Gezegen kütlesi ve yarıçapı arasındaki ilişki, döteryum füzyonunun başlangıcıyla dikkate değer ölçüde değişmez. Gezegen yarıçapı, herhangi bir gök cisminin kütlesi Satürn kütlesinden (dikkate değer seviyede sıkışmanın başladığı kütle değeridir), Güneş kütlesinin (M☉) 0,08 kadarına (yaklaşık 80 MJ olup hidrojen yanması ve bir kırmızı cüceye dönüşümün başlangıcıdır) kadar yaklaşık olarak sabit kalır ve bu nedenle bazı bilim insanları, kahverengi cücelerin de birer gezegen olarak kabul edilmesi gerektiğini savunur.[53]
Merkür'ün yaklaşık yarısı kadar kütleye sahip olan PSR B1257+12 A adlı ötegezegen, bir pulsarın yörüngesinde olup 1992 yılında keşfedilmiştir.[100] Daha da küçük olan WD 1145+017 b, bir beyaz cüce etrafında döner. Kütleçekimi yaklaşık olarak cüce gezegen Haumea'nın kütleçekimi kadardır ve genellikle küçük gezegen olarak adlandırılır.[101] Güneş dışında, Güneş benzeri bir anakol yıldızının etrafında dolandığı bilinen en küçük gezegen, muhtemelen Ay'dan biraz daha yüksek bir kütleye sahip olan Kepler-37b'dir.[44] Genellikle jeofiziksel olarak gezegen olarak kabul edilen Güneş Sistemi'ndeki en küçük gök cismi Satürn'ün uydusu Mimas'tır. Mimas'ın yarıçapı Dünya'nın yaklaşık %3,1'i ve kütlesi Dünya'nın yaklaşık %0,00063'ü kadardır.[102] Satürn'ün daha küçük bir uydusu olan Phoebe, Dünya'nın yarıçapının %1,7'si[103] ve Dünya'nın kütlesinin %0,00014'ü kadarlık bir asteroit olarak kabul edilir.[102] Phoebe'nin geçmişte hidrostatik dengeye ve farklılaşmaya ulaştığı ancak çarpışmalarla şeklinin bozulduğu düşünülür.[104] Bazı asteroitler, bir zamanlar yığılma ve farklılaşmaya başlamış fakat yıkıcı çarpışmalar sonucu sadece metalik veya kayalık bir çekirdekten[105][106][107] ya da çarpışma kalıntılarının yeniden bir araya gelmesinden ibaret birer öngezegen kalıntıları olabilir.[108]
Akışkan hâlde bulundukları oluşumları sırasında daha yoğun ve ağır maddeler gezegenin merkezine çökerken, daha hafif maddeler de yüzeye yakın kaldılar. Dolayısıyla her bir gezegenin yoğun bir çekirdeği ve çekirdeğini çevreleyen, şimdi veya daha önceleri akışkan hâlde bulunan bir mantodan oluşan farklılaşmış bir iç kısmı bulunur. Karasal gezegenlerin mantosu sert kabuklar altında bulunurken[109] dev gezegenlerin mantosu direkt üst bulut katmanlarına karışmış durumdadır. Karasal gezegenlerin çekirdekleri demir ve nikel gibi elementlerden, mantoları ise silikatlardan oluşur. Jüpiter ve Satürn'ün, kayaç ve metal çekirdekleri olduğu düşünülür. Bu çekirdeklerin etrafında bir metalik hidrojen mantosu bulunur.[110] Uranüs ve Neptün'ün; su, amonyak, metan ve diğer buzlardan oluşan mantolarla çevrili kayaç çekirdekleri vardır.[111] Bu gezegenlerin çekirdeklerindeki akışkan hareketi, manyetik alan üreten bir jeodinamo yaratır.[109] Benzer farklılaşma süreçlerinin bazı büyük uydular ve kimi cüce gezegenlerde de gerçekleşmiş olması muhtemel olsa da, bu süreç her zaman tamamlanmış olmayabilir. Ceres, Callisto ve Titan'ın farklılaşma süreçleri tamamlanmıştır.[112][113] Çarpışmalar sebebiyle yuvarlak olmadığı için bir cüce gezegen sayılmayan asteroit Vesta'nın; Venüs, Dünya ve Mars gibi farklılaşmaya uğramış bir iç yapısı vardır.[107]
Merkür hariç[114] Güneş Sistemi'ndeki tüm gezegenler, yüzeylerine yakın gazları tutabilmek için yeterli kütleçekimine sahip olduklarından dolayı kayda değer bir atmosfere sahiptirler. Satürn'ün en büyük uydusu Titan, Dünya'nın atmosferine kıyasla daha yoğun bir atmosfere sahipken[115] Neptün'ün en büyük uydusu Triton[116] ve Plüton'un atmosferlerinin yoğunlukları daha azdır.[117] Bu gezegenlerden daha büyük olan dev gezegenler, hafif gazlar olan hidrojen ve helyumu büyük miktarlarda tutacak kadar yüksek kütleye sahiptir. Öte yandan daha küçük gezegenler ise bu gazları uzaya kaybeder.[118] Yıldızlar arası gezegenlerin analizi, bu hafif gazları tutabilme eşiğinin yaklaşık olarak 2,0+0,7
-0,6 ME civarında olduğunu gösterir ve bu, Dünya ve Venüs'ün karasal gezegenler için maksimum boyuta yakın olduğu anlamına gelir.[53]
Dünya'nın atmosferi, Dünya üzerinde meydana gelen çeşitli yaşamsal süreçlerin serbest oksijen molekülü üretmesi nedeniyle diğer gezegenlerden farklı bir bileşime sahiptir.[119] Mars ve Venüs'ün atmosferlerinde en fazla bulunan gaz karbondioksittir ancak yoğunlukları açısından atmosferleri birbirlerinden farklılık gösterir. Mars atmosferinin ortalama yüzey basıncı Dünya atmosferinin %1'inden daha azdır (bu basınç, suyun sıvı hâlde bulunmasına engel olacak kadar düşüktür),[120] Venüs atmosferinin ortalama yüzey basıncıysa Dünya'nın yaklaşık 92 katıdır.[121] Muhtemelen geçmişte meydana gelen bir kaçak sera etkisi sonucu oluşmasıVenüs atmosferinin, ,tuğu muhtemeldir. Bu durum Venüs'ü yüzey sıcaklığı açısından, Merkür'den bile daha sıcak kılar.[122] Zorlu yüzey koşullarına rağmen, yerden 50–55 km yükseklikte Venüs atmosferinin sıcaklık ve basınç değerleri Dünya koşullarına benzerdir (Dünya dışında bu durumun Güneş Sistemi'nde görüldüğü tek yerdir) ve bu bölge, gelecekte gerçekleştirilecek mürettebatlı keşif görevleri için olası bir üs olarak önerilmiştir.[123] Titan ise Güneş Sistemi'nde Dünya dışında atmosferi azot açısından zengin olan tek gök cismidir. Dünya'nın koşulları, suyun üçlü noktasına yakın olduğu için suyun gezegen yüzeyinde üç farklı hâlde var olmasına imkân tanırken, Titan'ın koşulları da metanın üçlü noktasına yakındır.[124]
Gezegen atmosferlerinin değişen güneş radyasyonu veya gezegenin iç enerjisinden etkilenmesi, dinamik hava sistemlerinin oluşmasına yol açar. Dünya'daki kasırgalar, Mars'taki kum fırtınaları, Jüpiter'deki (Büyük Kırmızı Leke olarak adlandırılan) Dünya'dan daha büyük antisiklon ve Neptün'ün atmosferindeki lekeler, bu sistemlere örnek teşkil eder.[68] HD 189733 b üzerindeki Büyük Kırmızı Leke'den iki kat daha büyük olan sıcak bölge,[125] Jüpiter tipinde sıcak bir gezegen olan Kepler-7b'deki bulutlar,[126] bir süper dünya olan GJ 1214 b vb. gibi örnekler, ötegezegenlerde tespit edilen hava durumu modellerindendir.[127][128]
Kuyruklu yıldızların kuyruklarını kaybetmesi gibi, sıcak Jüpiterlerin de yörüngesinde döndükleri yıldızlarına oldukça yakın bulunmalarından dolayı yıldız radyasyonu nedeniyle atmosferlerinin uzaya dağıldığı kanıtlanmıştır.[129][130] Bu gezegenlerin gündüz ve gece tarafları arasında süpersonik rüzgârlar üreten sıcaklık farkları yaşanabilse de,[131] bunu etkileyen birden fazla etmen söz konusudur.[132][133]
Gezegenlerin içsel manyetik momentleri, manyetosferlerinin oluşmasına yol açar. Manyetik alanın varlığı, gezegenin jeolojik anlamda hâlâ canlı olduğunu gösterir. Başka bir deyişle, manyetize gezegenlerin iç kısımlarında manyetik alanlarını oluşturan iletken madde akışları vardır. Bu alanlar, gezegenlerin Güneş rüzgârıyla etkileşimini etkiler. Manyetize bir gezegen, kendi etrafında manyetosfer adı verilen ve Güneş rüzgârının nüfuz edemediği bir boşluk yaratır. Manyetosfer, gezegenin kendisinden daha büyük olabilir. Buna karşın manyetize olmayan gezegenler, sadece iyonosferin Güneş rüzgârıyla etkileşiminden oluşan ve gezegeni etkin bir şekilde koruyamayan manyetosferlere sahiptir.[134]
Güneş Sistemi'ndeki sekiz gezegenden yalnızca Venüs ve Mars'ın bir manyetik alanı yoktur.[134] Manyetize gezegenler arasında Merkür, manyetik alanı en zayıf olanıdır ve Güneş rüzgârını ancak saptırabilir. Jüpiter'in uydusu Ganymede, Merkür'den birkaç kat daha güçlü bir manyetik alana sahiptir. Jüpiter'in manyetik alanı Güneş Sistemi'ndeki en güçlü manyetik alandır ve bu alanın yoğunluğu, Jüpiter'e Callisto'dan daha yakın olan tüm uydularına yapılacak mürettebatlı keşifler için bir sağlık riski oluşturur.[135]. Diğer dev gezegenlerin yüzeylerinde ölçülen manyetik alanların gücü kabaca Dünya'nınkine benzese de, manyetik momentleri Dünya'ya kıyasla dikkate değer ölçüde daha büyüktür. Uranüs ve Neptün'ün manyetik alanları, dönme eksenlerine göre yüksek derecede eğiktir ve gezegen merkezinden farklı yerde bulunur.[134]
2000'de Avustralya Astronomik Gözlemevi'nde HD 179949 yıldızının yörüngesinde yaklaşık Jüpiter büyüklüğünde bir gezegen bulunduğu keşfedildi. Aynı yıl Kanada-Fransa-Hawaii Teleskobu'yla çalışan bir grup astronom yıldızın dışındaki gaz katmanda "parlak bir nokta" tespit etti. Bu parlak noktanın hareketlerini bir yıl boyunca izleyen astronomlar sonunda bu noktanın aslında keşfedilmiş gezegenin hareketleriyle kesin bir korelasyon gösterdiğini fark etti. Gezegenin kendi manyetik alanının, ana yıldıza enerji aktararak yıldızın kromosferini ısıttığı anlaşıldı. Bir gezegenin yıldızını ısıtabileceği ihtimali, 2000 yılında başka bilim insanları tarafından öngörülmüştü ancak bu keşif bir gezegenin gerçekten yıldızını ısıttığının net bir şekilde gözlemlendiği ilk örnektir.[136][137]
Neptün ve Plüton gibi Güneş Sistemi'ndeki bazı gezegen ya da cüce gezegenler, birbirleriyle veya daha küçük cisimlerle rezonans halinde olan yörünge periyotlarına sahiptir. Bu durum uydu sistemlerinde yaygındır (örneğin Jüpiter etrafındaki Io, Europa ve Ganymede arasındaki ya da Satürn etrafındaki Enceladus ve Dione arasındaki rezonans). Merkür ve Venüs dışındaki Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerin doğal uyduları vardır. Dünya'nın bir, Mars'ın iki, dev gezegenlerin ise karmaşık gezegen sistemlerine benzer tipte çok sayıda uydusu vardır. Ceres ve Sedna dışında, üzerinde uzlaşılan tüm cüce gezegenler de en az bir uyduya sahiptir. Dev gezegenlerin birçok uydusu, karasal gezegenler ve cüce gezegenlerle benzer özelliklere sahiptir ve bazıları (özellikle Europa ve Enceladus) yaşama ev sahipliği yapma ihtimali açısından incelenmiştir.[138][139][140][141][142]
Dört dev gezegenin yörüngesinde farklı büyüklük ve karmaşıklıkta gezegen halkaları bulunur. Halkalar ana olarak toz veya partikül maddeden oluşur, ancak kütleçekiminin yapılarını şekillendirdiği ve koruduğu "uyducuklar" barındırabilir. Gezegen halkalarının kökenleri tam olarak bilinmemekle birlikte, ana gezegenin etrafında dönen doğal uyduların Roche limitlerinin altına düşmesi ve gelgit kuvvetleri tarafından parçalanması sonucu oluştuğu düşünülür.[143][144] Cüce gezegen Haumea[145] ile Quaoar'ın da halkaları vardır.[146]
Ötegezegenlerin etrafında herhangi bir ikincil özellik gözlemlenmemiştir. Bir yetim gezegen olarak tanımlanan kahverengi altcüce Cha 110913-773444'ün yörüngesinde bir öngezegen diski olduğu düşünülür[147] ve kahverengi altı cüce OTS 44'ün de en az 10 Dünya kütlesinde bir öngezegen diskiyle çevrelendiği kanıtlanmıştır.[148]
Güncel tanımlara göre bir gezegen, genellikle bir yıldızın, yıldız kalıntısının veya bir kahverengi cücenin yörüngesinde olması gerektiği düşünülen ve bu sayılan gök cisimlerinden biri olmayan, yuvarlak şeklindeki bir astronomik cisimdir.[149]
Gezegen fikri, tarihi boyunca antik çağın ilahi ışıklarından bilim çağının dünyaya benzer cisimlerine kadar değişmiş, yalnızca Güneş Sistemi'ndekileri değil, Güneş Sistemi dışındaki cisimleri kapsayacak şekilde genişlemiştir. Hangi gök cisimlerinin gezegen sayılacağı konusundaki fikir birliği, zaman içinde değişikliğe uğramıştır. Günümüzdeki gezegen kavramı öncelerinin aksine asteroit, uydu ve cüce gezegenleri kapsamamaktadır.[150][151][152] Günümüzde de bu konudaki anlaşmazlıklar devam eder.[152]
Güneş Sistemi'nin çıplak gözle görülebilen ve antik çağlardan beri bilinen beş klasik gezegeninin; mitoloji, dinî kozmoloji ve antik astronomiye birtakım etkileri olmuştur. Antik çağlarda astronomlar, gökyüzünde görece sabit bir konumda olan "sabitlenmiş yıldızların" aksine bazı ışıkların gökyüzü boyunca hareket ettiğini fark ettiler.[153] Antik Yunanlar, bu ışıklara günümüzde "gezegen" kelimesinin İngilizcesi planet sözcüğünün kökeni olan Grekçe πλάνητες ἀστέρες (planētes asteres, "gezgin yıldızlar") ya da kısaca πλανῆται (planētai, "gezginler")[154][155] adını verdiler.[156][157][158]
Antik Yunanistan, Çin, Babil ve hatta bütün ilk çağ uygarlıklarında[159][160] neredeyse tümüyle Dünya'nın evrenin merkezinde olduğuna ve bütün "gezegen"lerin Dünya'yı çevrelediğine inanılıyordu. Bu anlayışın sebebi yıldızların ve gezegenlerin her gün Dünya'nın etrafında dönüyor gibi görünmesi,[161] Dünya'nın katı ve durağan olması ve hareket etmeyip sabit olduğu yönündeki sağduyuya dayanan algılardı.[162]
Gezegenlere ait işlevsel bir teoriye sahip olduğu bilinen ilk uygarlık MÖ 2. ve 1. binyıllarda Mezopotamya'da hükûm süren Babillilerdir. Gezegenlerle ilgili günümüze ulaşan en eski astronomik metin, aşağı yukarı MÖ 2. binyıl kadar erken bir zamana tarihlenen ve Venüs'ün gökteki hareketlerinin gözlemlerini içeren bir listenin MÖ 7. yüzyıldan kalma bir kopyası olan Ammi-Şaduqa Venüs tabletidir.[163] MÖ 7. yüzyıla tarihlenen MUL.APİN, Güneş, Ay ve gezegenlerin yıl boyunca hareketlerini gösteren, bir çift çiviyazısı tabletidir.[164] Batı astronomisinin ve aslında tüm Batı müspet ilimlerindeki çabaların kökeni, geç dönem Babil astronomisidir.[165] Yeni Asur İmparatorluğu döneminde yazılan Enuma Anu Enlil, bir alametler listesi ve bu alametlerin gezegenlerin hareketleri de dahil çeşitli göksel olaylarla ilişkilerini içerir.[166][167] Venüs, Merkür, Mars, Jüpiter ve Satürn gezegenlerinin tamamı Babil astronomları tarafından tanımlanmıştır. Erken modern dönemde teleskobun icat edilişine kadar bu söz konusu gezegenler bilinen yegâne gezegenler olarak kalacaktı.[168]
Antik Yunanlar gezegenlere ilk başta Babilliler kadar anlam yüklememişlerdi. MÖ 6. ve 5. yüzyıllarda Pisagorcular; Dünya, Güneş, Ay ve gezegenlerin, evrenin merkezindeki "Merkezî Ateş" etrafında döndüğü bağımsız bir gezegen teorisi geliştirdi. Çok daha önce Babilliler tarafından biliniyor olsa da Pisagor ve Parmenides'in akşam yıldızı (Hesperus) ile seher yıldızının (Fosforus) aynı ve tek (Latincede Venüs'e karşılık gelen Yunan tanrısı Afrodit)[169] olduklarını tespit eden ilk kişiler olduğu söylenir. MÖ 3. yüzyılda Sisamlı Aristarkus gezegenlerin Güneş'in çevresinde dolandığı bir günmerkezli sistem ortaya koydu. Bilimsel devrime kadar yermerkezli sistem görüşü hâkim olmaya devam etti.[162]
MÖ 1. yüzyılda, Helenistik Dönem sırasında Yunanlar gezegenlerin konumlarını tahmin etmek için kendi matematiksel düzenlerini geliştirmeye başladılar. Babillilerin aritmetiğinden ziyade geometriye dayanan bu düzenler, Dünya'dan çıplak gözle gözlemlenebilen astronomik hareketlerin birçoğunu açıkladı. Bu teoriler MS 2. yüzyılda Batlamyus tarafından yazılan Almagest ile tam bir biçimde ifade edildi. Batlamyus'un teorileri, astronomi üzerinde gerçekleştirilmiş tüm önceki çalışmaların yerine geçti ve yaklaşık 1300 yıl boyunca Batı dünyasının nihai astronomi metni olarak kaldı.[163][170] Yunanlara ve Romalılara göre, her biri Batlamyus'un açıklığa kavuşturduğu karmaşık yasalara istinaden Dünya'nın etrafında döndüğü varsayılan yedi gezegen vardı. Bunlar Dünya'ya yakınlıklarına göre sırasıyla (modern isimleri ve Batlamyus'un sıralaması) Ay, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn'dü.[158][170][171]
Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra astronomi, Hindistan ve İslam dünyasında daha fazla gelişti. MS 499'da Aryabhata, Dünya'nın kendi ekseni etrafındaki dönüşünü açıkça bünyesinde barındıran bir gezegen modeli öne sürerek söz konusu durumun yıldızların görünür bir şekilde batıya doğru hareket etmesinden ötürü gerçekleştiğini açıkladı. Ayrıca gezegenlerin yörüngelerinin eliptik olduğuna inanıyordu.[172] Aryabhata'nın takipçileri, diğer görüşler arasında Dünya'nın günlük dönüşü ilkelerinin takip edildiği ve bunlara dayanan bir dizi ikincil çalışmanın gerçekleştirildiği Güney Hindistan'da bilhassa nüfuzluydu.[173]
1500'de Kerala astronomi ve matematik okulundan Nilakantha Somayaji, Tantrasamgraha adlı eserinde Aryabhata'nın modelini gözden geçirdi.[174] Somayaji, Aryabhata'nın Aryabhatiya eserinin bir eleştirisi olan Aryabhatiyabhasya'da, kendisinden daha sonra Tycho Brahe tarafından 16. yüzyılın sonlarında ortaya konulan Tycho sistemine benzer şekilde Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn'ün Güneş'in etrafında, Güneşin de Dünya'nın etrafında döndüğü bir gezegen modeli geliştirdi. Geliştirdiği gezegen modeli, Kerala okulundan kendisini takip eden birçok astronom tarafından kabul gördü.[174]
İslam'ın Altın Çağı'nda astronomi çalışmaları, çoğunlukla Orta Doğu, Orta Asya, Endülüs ve Kuzey Afrika'da, daha sonra da Uzak Doğu ve Hindistan'da gerçekleşti. Bir hezârfen olan İbnü'l-Heysem gibi bu astronomlar, Batlamyus'un ilmek sistemine itiraz etmelerine ve alternatifler aramalarına rağmen genellikle yermerkezciliği kabul etmişlerdi. 10. yüzyıl astronomu Siczî, Dünya'nın kendi ekseni etrafında döndüğünü ifade etti.[175] 11. yüzyılda Venüs geçişi İbn Sina tarafından gözlemlendi.[176] İbn Sina'nın çağdaşı Bîrûnî, Dünya'nın yarıçapını belirlemek için Eratosthenes'in yalnızca tek bir dağda gözlem yapılmasını gerektiren eski yönteminden farklı olarak trigonometrik bir yöntem geliştirdi.[177]
11. yüzyılda İbn Sina, Venüs geçişini gözlemleyerek Venüs'ün en azından zaman zaman Güneş'in altında olduğunu ortaya koydu.[176] 12. yüzyılda İbn Bacce "iki gezegeni Güneş'in önündeki kara noktalar" hâlinde gözlemledi. Bu durum daha sonra 13. yüzyılda Meragalı astronom Kutbüddîn Şîrâzî tarafından Merkür ve Venüs geçişi olarak tanımlandı.[178] İbn Bacce'nin yaşadığı dönemde bir Venüs geçişi gerçekleşmediğinden bu durumu gözlemleyebilme imkânı yoktu.[179]
Bilimsel Devrim'in ortaya çıkışıyla "gezegen" terimi gökyüzü boyunca hareket eden bir şeyden (sabit yıldızların karşıtı); Dünya'nın etrafında dönen bir cisme (veya o sırada öyle olduğuna inanılan) dönüştü. 18. yüzyıla gelindiğinde Nicolaus Copernicus, Galileo Galilei ve Johannes Kepler'in günmerkezli modelinin kabul görmesiyle gezegen tanımı doğrudan Güneş'in etrafında dönen cisimlere evrildi. Böylece Dünya gezegenler listesine eklenirken[180] Güneş ve Ay bu listenin dışında kaldı. Copernicus'un birincil gezegen sayısı, William Herschel'in Uranüs'ü keşfettiği 1781'e kadar geçerliliğini korudu.[181]
17. yüzyılda Jüpiter'in dört uydusu ile Satürn'ün beş uydusu keşfedildiğinde, Ay'ın da içinde değerlendirildiği birincil gezegenlerin yörüngesinde dönen "uydu gezegen" ya da "ikincil gezegen" olarak adlandırılsalar da sonraki yıllarda bunlara "uydu" denilmeye başlandı. 1920'lere kadar uydular da gezegen olarak kabul ediliyordu, ancak bu kullanım bilim camiası dışında yaygın değildi.[152]
19. yüzyılın ilk on yılında Ceres (1801'de), Pallas (1802'de), Juno (1804'te) ve Vesta (1807'de) keşfedildi. Daha sonraları bunların daha önce bilinen gezegenlerden oldukça farklı oldukları anlaşıldı: Hepsi Mars ve Jüpiter arasındaki (asteroit kuşağı) genel uzay bölgesinde bulunuyor ve yörüngeleri bazen çakışıyordu. Bu bölge sadece bir adet gezegenin yörüngede olmasının beklendiği bir bölgeydi. Ayrıca bu gök cisimleri diğer tüm gezegenlerden çok daha küçüktü ve hatta parçalanmış daha büyük bir gezegenin parçaları olabileceklerinden şüpheleniliyordu. Herschel bunlara, en büyük teleskoplardan bakıldığında bile bir diske sahip olmayan yıldızlara benzemelerinden dolayı asteroit (Yunanca "yıldız benzeri") adını verdi.[151][182] Bu durum 1840'larda birkaç asteroit daha keşfedilene kadar (1845'te Astraea; 1847'de Hebe, Iris ve Flora; 1848'de Metis ve 1849'da Hygiea) kırk yıl boyunca değişmedi. Her yıl yeni "gezegenler" keşfediliyordu. Sonuç olarak astronomlar asteroitleri (küçük gezegenler) büyük gezegenlerden ayrı olarak tablolaştırmaya ve asteroitlere soyut gezegen sembolleri yerine numaralar atamaya başladılar.[151] Ancak asteroitler hâlâ küçük gezegenler olarak kabul görüyorlardı.[183]
1846'da keşfedilen Neptün'ün konumu, Uranüs üzerindeki kütleçekiminin etkisi sayesinde tahmin edildi. Merkür'ün yörüngesi de benzer şekilde etkileniyor gibi göründüğü için, 19. yüzyılın sonlarında Güneş'e daha yakın başka bir gezegen olabileceği düşünülüyordu. Ancak Merkür'ün gerçek yörüngesiyle Newton'un kütleçekim yasalarının tahminleri arasındaki tutarsızlık, daha sonraları gelişmiş bir kütleçekim teorisi olan Einstein'ın genel göreliliği ile açıklandı.[184][185]
Plüton, 1930'da keşfedildi. İlk gözlemlere göre Dünya'dan daha büyük olduğu düşünülmüş[186] ve dokuzuncu gezegen olarak kabul edilmişti. Daha sonraki gözlemler, Plüton'un aslında daha küçük olduğunu ortaya koydu. 1936'da Raymond Lyttleton, Plüton'un, Neptün'ün yörüngesinden çıkmış bir uydusu;[187] 1964'te Fred Lawrence Whipple ise bir kuyruklu yıldız olabileceğini öne sürdü.[188] 1978'de, Amerika Birleşik Devletleri Deniz Gözlemevi'nde çalışan astronomlar olan Robert Sutton Harrington ve James W. Christy, yaptıkları gözlemler sonucunda Plüton'un uydusu Charon'u keşfetti ve Plüton ve Charon'un kütlesinin toplamının Dünya'nın ancak %0,002 kadarı olduğunu tespit ettiler.[189] Yine de bu kütle bilinen asteroitlerin kütlesinden çok daha yüksek olduğundan ve o sırada başka hiçbir Neptün ötesi cisim keşfedilmediğinden Plüton'un gezegen statüsü korundu. 2006'da ise gezegen statüsünü resmî olarak kaybetti.[190][191]
1950'lerde Gerard Kuiper, asteroitlerin kökeni üzerine makaleler yayımladı. Asteroitlerin daha önce düşünüldüğü gibi genellikle küresel olmadığını ve asteroit ailelerinin, gök cisimlerinin çarpışmalarının kalıntıları olduğunu fark etti. Böylece en büyük asteroitleri "gerçek gezegenler", daha küçük olanları ise çarpışma kalıntıları olarak ikiye ayırdı. 1960'lardan itibaren "küçük gezegen" terimi çoğunlukla "asteroit" terimiyle yer değiştirdi ve jeolojik olarak evrimleşmiş en büyük üçü olan Ceres, Pallas ve Vesta hariç literatürde asteroitlerden gezegen olarak bahsetme oranı azaldı.[183]
1960'larda Güneş Sistemi'nin, uzay sondalarıyla keşfedilmeye başlanmasıyla birlikte, uydularla ilgili tanımlamalarda bir bölünme meydana geldi. Gezegen bilimciler büyük uyduları da gezegen olarak yeniden değerlendirmeye başladı, ancak gezegen bilimci olmayan astronomlar genellikle bundan uzak durdu (bu tanımlama, 19. yüzyılda Satürn'ün uydusu Hyperion veya Mars'ın uyduları Phobos ve Deimos gibi yuvarlak olmayanlar da dahil tüm uyduları ikincil gezegenler olarak sınıflandıran tanımla aynı değildir[192][193]).[152]
1990'lar ve 2000'lerin başında, Güneş Sistemi'nin aynı bölgesinde (Kuiper Kuşağı) Plüton'un boyutlarına yaklaşan birçok benzer cisim bulunduğu için Plüton'un bir gezegen olarak sınıflandırılmaması gerektiğini savunan astronomların sayısı artış gösterdi. Plüton'un binlerce cisimden oluşan bir popülasyon içinden "küçük" bir cisim olduğu anlaşıldı.[194] Astronomlar, Plüton'un gezegenlikten çıkarılmasını gerekçelendirmek adına asteroitlerin kategori düşürülmesini sık sık emsal olarak gösterdiler ancak bu düşürülme asteroitlerin bir kuşakta yer almasından ziyade asteroitlerin gezegenlerden jeofiziksel farklılıklarına dayanarak yapılmıştı.[152]
2005'te, Plüton'dan %27 oranında daha büyük bir gök cismi olan Eris'in keşfi, resmî bir gezegen tanımı oluşturulması için bir itici güç oldu.[194] Bunun sebebi temelde, Plüton'un bir gezegen olarak kabul edilmesinin mantıken Eris'in de bir gezegen olarak kabul edilmesini gerektirmesiydi. Gezegenlere ve gezegen olmayan gök cisimlerine isim vermek için farklı prosedürler uygulandığından Eris'in keşfi bir nevî acil bir durum yarattı, çünkü kurallara göre bir gezegenin ne olduğu tanımlanmadan Eris de belli bir kategoriye edilemezdi.[152] O dönemde ayrıca bir Neptün ötesi cismin yuvarlak olması için gereken büyüklüğün, dev gezegenlerin uyduları için gereken büyüklükle (yaklaşık çap 400 km) aynı olduğu düşünülüyordu ki bu sayı Kuiper Kuşağı'nda yaklaşık 200, kuşağın ötesindeyse binlerce yuvarlak cisim olduğuna işaret ediyordu.[97][195] Birçok astronom, halkın bu kadar çok sayıda gezegen yaratan bir tanımı kabul etmeyeceğini savundu.[152]
Sorunu çözmek için Uluslararası Astronomi Birliği (IAU), Ağustos 2006'da bir gezegen tanımı oluşturdu. Buna göre bir gezegen:[196]
Bu tanıma göre Güneş Sistemi'nde sekiz gezegen (Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün) vardır. İlk iki koşulu yerine getirip üçüncüyü yerine getirmeyen cisimler, diğer gezegenlerin uyduları olmamaları koşuluyla birer cüce gezegen olarak sınıflandırılır. Başlangıçta Uluslararası Astronomi Birliği komitesi, 3 numaralı maddeyi bir kriter olarak dahil etmediği için daha fazla sayıda gezegeni içerecek bir tanım hazırlamıştı.[197] Uzun tartışmalardan sonra oylamayla, üçüncü maddeyi sağlamayan gök cisimlerinin cüce gezegen olarak sınıflandırılmasına karar verildi.[191][198] Bu cüce gezegenlere örnek olarak Ceres, Plüton ve Eris örnek olarak verilebilir.[24][32][199]
Uluslararası Astronomi Birliğinin tanımı evrensel kabul görmemiş ve kullanılmamıştır. Gezegen jeolojisinde gök cisimleri jeofiziksel özelliklerine bakılarak gezegen olarak tanımlanır. Bir gök cismi, mantosunun kendi ağırlığı altında plastikleşmesi için gereken kütleye yaklaştığında dinamik (gezegensel) bir jeoloji kazanabilir. Bu, cismin kararlı, yuvarlak bir şekil aldığı hidrostatik denge durumuna yol açar ve bu da jeofiziksel tanımlarda gezegenliğin ayırt edici özelliği olarak kabul edilir. Örneğin:[200]
Hiçbir zaman nükleer füzyonun gerçekleşmediği ve yörünge parametrelerinden bağımsız olarak hidrostatik denge nedeniyle yuvarlak hâle gelmek için yeterli kütleçekimine sahip yıldızaltı kütleli bir cisim.[201]
Güneş Sistemi'nde bu kütle genellikle bir cismin yörüngesini temizlemesi için gereken kütleden daha azdır. Dolayısıyla jeofiziksel tanımlara göre "gezegen" olarak kabul edilen Ceres ve Plüton gibi bazı cisimler Uluslararası Astronomi Birliğinin tanımına göre gezegen olarak kabul edilir (uygulamada hidrostatik denge gerekliliği dünya çapında "gevşetilerek" gök cisimlerinin kendi yerçekimi altında yuvarlanma ve sıkışma gerekliliğine dönüştürülmüştür; örneğin Merkür aslında hidrostatik dengede değildir[202] ancak yine de bir gezegen olarak kabul edilir).[32] Bu tür tanımların savunucuları genellikle uzaydaki konumun önemli olmaması gerektiğini ve gezegenliğin bir gök cisminin içsel özellikleriyle tanımlanması gerektiğini savunur.[32] Cüce gezegenlerin bir küçük gezegen kategorisi olarak önerilmiş olmasına (küçük gezegenlerin gezegen altı cisimler kategorisinin altında incelendiği tanımın aksine) ve Uluslararası Astronomi Birliğinin tanımına karşın gezegen jeologları cüce gezegenleri normal birer gezegen olarak ele almaya devam eder.[28] Birçok gezegen bilimci de gezegen terimini cüce gezegenlerin yanı sıra Ay gibi yuvarlak hâle gelmiş uyduları da kapsayacak şekilde daha geniş anlamda kullanmaya devam etmiştir.[203]
Bilinen cisimler arasında bile cüce gezegenlerin sayısı kesin değildir. 2019 yılında Grundy ve çalışma arkadaşları, bazı orta büyüklükteki Neptün ötesi cisimlerin düşük yoğunluklarına dayanarak, bir Neptün ötesi cismin hidrostatik dengeye ulaşması için gereken sınırlayıcı boyutun aslında dev gezegenlerin buzlu uydularından çok daha büyük olduğunu ve yaklaşık 900–1000 km çapında olduğunu ileri sürmüştür.[28] Asteroit kuşağında bulunan Ceres[204] ve muhtemelen bu eşiği geçen diğer sekiz Neptün ötesi gök cismi Orcus, Plüton, Haumea, Quaoar, Makemake, Gonggong, Eris ve Sedna'nın birer cüce gezegen olduğu üzerinde genel bir fikir birliği vardır.[29][205]
Gezegen jeologları, tıpkı ilk modern astronomlar gibi, Dünya'nın uydusu Ay ve Plüton'un uydusu Charon da dahil olmak üzere bilinen on dokuz gezegen kütleli uyduyu kimi zaman “uydu gezegenler” adı altında inceler.[32][206] Bazıları daha da ileri giderek Pallas ve Vesta gibi nispeten büyük, jeolojik açıdan evrimleşmiş ama yine de çok yuvarlak olmayan cisimleri;[32] Hygiea gibi çarpışmalarla yüzeyi tamamen bozulduktan sonra yeniden yığılma süreci geçirip yuvarlaklaşmış cisimleri;[108][207][208] hatta en küçük gezegen kütleli uydu olan Satürn'ün uydusu Mimas çapındaki her şeyi gezegen olarak kabul eder (bu tanıma göre Neptün'ün uydusu Proteus gibi yuvarlak olmayan ancak Mimas'tan daha büyük olan gök cisimleri bile kapsama alınabilir).[32]
Ötegezegenlerin keşfinden önce bile, bir gök cisminin bir asteorit kuşağı gibi farklı bir popülasyonun parçası olması halinde mi yoksa döteryumun termonükleer füzyonu yoluyla enerji üretecek kadar büyük olması halinde mi gezegen olarak kabul edilmesi gerektiği konusunda belli anlaşmazlıklar vardı.[194] Buna ek olarak döteryum füzyonuyla enerji üretemeyecek kadar küçük olan (hatta kütlesi sadece Jüpiter kadar olan) gök cisimleri, tıpkı yıldızlar ve kahverengi cücelerde olduğu gibi bir gaz bulutunun çökmesiyle oluşabilir.[209] Bu nedenle, bir gök cisminin gezegenlik değerlendirilmesinde o cismin nasıl oluştuğunun dikkate alınıp alınmaması gerektiği konusunda bir anlaşmazlık vardı.[194]
1992 yılında astronom Aleksander Wolszczan ve Dale Frail, PSR B1257+12 adlı bir pulsarın etrafında gezegenler keşfettiklerini duyurdular.[40] Bu keşif, başka bir yıldızın etrafındaki bir gezegen sisteminin ilk kesin tespiti olarak kabul edilir. Daha sonra 6 Ekim 1995'te, Cenevre Gözlemevi'nde çalışan astronom Michel Mayor ve Didier Queloz, sıradan bir anakol yıldızı olan 51 Pegasi'nin yörüngesinde bulunan bir ötegezegenin ilk kesin tespitini duyurdular.[210]
Ötegezegenlerin keşfi, bir başka belirsizliğe yol açarak bir gezegenin ne zaman bir yıldız olarak değerlendirilebileceği konusunda tartışma yarattı. Bilinen birçok ötegezegen, Jüpiter'in kütlesinin birkaç katında olup kahverengi cüceler olarak bilinen yıldız cisimlerine yakın kütle değerine sahiplerdir. Kahverengi cüceler, hidrojenin döteryum adı verilen daha ağır bir izotopunu füzyon tepkimesine sokabilmeleri nedeniyle genellikle birer yıldız olarak kabul edilir. Jüpiter'in kütlesinin 75 katından daha ağır olan cisimler hidrojeni füzyon tepkimesine sokabilirken, Jüpiter'in kütlesinin 13 katı olan cisimler döteryumu füzyon tepkimesine sokabilir. Döteryum oldukça nadirdir ve galaksimizdeki hidrojenin %0,0026'sından daha azına tekâbül eder. Keşfedilmelerinden çok önce çoğu kahverengi cücede döteryum füzyonu durmuş olduğu için bu durum onları süper kütleli gezegenlerden ayırt edilemez hâle getirir.[211]
2006 Uluslararası Astronomi Birliği tanımı, kullanılan dilin Güneş Sistemi'ne özel olması ve yuvarlaklık ile yörünge bölgesinin temizlenmesi gibi kriterlerin ötegezegenler için şu anda gözlemlenebilir olmamasından ötürü ötegezegenler için bazı zorluklar taşıyordu.[149] 2018'de bu tanım, ötegezegenler hakkındaki bilginin artmasıyla yeniden değerlendirildi ve güncellendi.[149] Mevcut resmî ötegezegen tanımı şöyledir:[212]
Uluslararası Astronomi Birliği bu tanımın, ötegezegenler hakkındaki bilginin artmasıyla birlikte değişebileceğini belirtti.[212] 2022'de bu tanımın tarihini ve gerekçesini tartışan bir inceleme makalesi, 3. maddede geçen "genç yıldız kümelerinde" ifadesinin, bu tür gök cisimleri uzayda başka yerlerde de bulunduğu için çıkarılmasını önerdi. Ayrıca, "alt kahverengi cüceler" teriminin daha güncel olan "serbest gezegen kütleli cisimler" ile değiştirilmesi gerektiğini öne sürdü. "Gezegen kütleli cisim" terimi, kütlesi tipik bir gezegen kütlesine sahip olup serbest dolaşan veya bir yıldız yerine bir kahverengi cüce etrafında dönen gök cisimlerini tanımlamak için de kullanılmıştır.[149] Özellikle de yetim gezegenler gibi gezegen kütlesine sahip serbest dolaşan gök cisimleri bazen yine de gezegen olarak anılır.[213]
13 Jüpiter kütlesi sınırı, evrensel kabul görmemiştir. Bu kütle sınırının altındaki gök cisimleri bazen döteryumla füzyon tepkimesi gerçekleştirebilir ve tepkimeye giren döteryum miktarı da gök cisminin bileşimine bağlıdır.[214][215] Bununla beraber döteryum evrende oldukça nadir bulunur ve bu nedenle gök cisimlerinin döteryum füzyonu evresi esasında çok uzun sürmez. Bir yıldızda gerçekleşen hidrojen füzyonundan farklı olarak döteryum füzyonu bir gök cisminin gelecekteki evrimini önemli düzeyde etkilemez.[57] Kütle ve yarıçap (veya yoğunluk) arasındaki ilişki, 13 Jüpiter kütlesi sınırında özel bir unsura sahip değildir. Bu durum, kahverengi cücelerin kendilerinden kütlesel açıdan daha hafif Jüpiter benzeri gezegenlerle aynı fiziksel özelliklere ve iç yapıya sahip olduğunu ve doğal olarak gezegen olarak kabul edilebileceğini gösterir.[53][57]
Bu nedenlerden ötürü birçok ötegezegen kataloğu, bazen 60 Jüpiter kütlesine kadar çıkabilen 13 Jüpiter kütlesinden daha ağır cisimleri içerir (hidrojen füzyonunun başladığı ve bir kırmızı cüce yıldız hâline gelme sınırı yaklaşık 80 Jüpiter kütlesidir[57]).[98][99][216][217] Anakol yıldızlarının durumu, "gezegen" teriminin bu kapsayıcı tanımını savunmak için de kullanılmıştır çünkü anakol yıldızları da kapsadıkları iki büyüklük derecesi boyunca yapılarında, atmosferlerinde, sıcaklıklarında, spektral özelliklerinde ve muhtemelen oluşum mekanizmalarında büyük ölçüde farklılık gösterseler de hepsi hidrostatik dengeye sahip, nükleer füzyonun gerçekleştiği gök cisimleri olarak tek bir sınıf altında kabul değerlendirilirler.[57]
Dünya haricindeki Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerin birçok dildeki adları, Antik Çağ'da Babilliler, Yunanlar ve Romalılar tarafından birbiri ardına geliştirilen adlandırma uygulamalarından türetilmiştir. Yunanlardaki gezegenlere tanrı isimleri verme geleneği, neredeyse tamamıyla Babillilerden alınmadır. Babilliler, Fosforus'u (Venüs) aşk tanrıçaları olan, Akadca adıyla İştar; Pirois'i (Mars) savaş tanrıları olan Nergal, Stilbon'u (Satürn) bilgelik tanrıları olan Nabu ve Faeton'u (Jüpiter) baş tanrıları Marduk adıyla anıyorlardı.[218] Yunan ve Babil adlandırma gelenekleri arasındaki benzerlikler, bu adlandırma sistemlerinin birbirlerinden bağımsız bir şekilde ortaya çıkmadıklarını işaret eder.[163] Buna karşın iki adlandırma geleneği arasında çeviri bakımından farklar bulunur. Örneğin Nergal, Babillilerin savaş tanrısıydı ve Yunanlar, bundan ötürü Nergal'i Ares ile özdeşleştirmişti. Ancak Ares'in aksine Nergal aynı zamanda veba ve yeraltı tanrısıydı.[219][220][221]
Antik Yunanistan'da, ışık saçan iki büyük gök cismi olan Güneş ve Ay, antik Titan tanrıları olan Helios ve Selene; en yavaş gezegen (Satürn) "parıldayan" anlamına gelen Fainon; ardından gelen gezegen (Jüpiter) parlak anlamına gelen Faeton; kızıl gezegen (Mars) Pirois; en parlak olan (Venüs) ışık getiren anlamına gelen Fosforus ve son olarak anlık görünen gezegen (Merkür) ışıldayan anlamına gelen Stilbon olarak adlandırılmıştı. Yunanlar ayrıca her bir gezegeni, Olimposlular ve Titan panteonlarındaki tanrılardan birine verdiler:[163]
Modern Yunanların gezegenleri kendi dillerindeki antik adlarıyla anıyor olmalarına rağmen diğer Avrupa dilleri, Roma İmparatorluğu ve sonrasında Katolik Kilisesi'nin etkisiyle gezegenlerin Yunanca adları yerine Latince adlarını kullanır. Yunanlar gibi Hint-Avrupalı olan Romalılar, Yunanlarla farklı tanrı isimleri altında ortak bir panteonu paylaşsa da, Yunan şiir kültürünün tanrılarına vermiş olduğu zengin anlatı geleneklerinden yoksundular. Roma Cumhuriyeti'nin geç dönemlerinde Romalı yazarlar Yunan anlatılarının çoğunu alıp neredeyse aslından ayırt edilemez hâle gelene kadar kendi panteonlarına uyguladılar.[222]
Romalılar, Yunan astronomisini incelerken gezegenlere kendi tanrı isimleri olan Mercurius (Hermes için), Venüs (Afrodit), Mars (Ares), Iuppiter (Zeus) ve Saturnus (Kronos) isimlerini verdiler. 18. ve 19. yüzyıllarda sonraki gezegenler keşfedildiğinde bu adlandırma uygulaması Neptūnus (Poseidon) ile korundu. Bazı Romalılar muhtemelen Mezopotamya'da ortaya çıkmış ancak Helenistik Mısır'da gelişen bir inancı takip ettiğinden, gezegenlerin adlarını aldığı yedi tanrının Dünya işleriyle saatlik vardiyalarla ilgilendiğine inanıyorlardı. Vardiya sırası Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs, Merkür ve Ay (en uzak gezegenden en yakın gezegene) şeklindeydi.[223] Bu nedenle ilk gün Satürn tarafından başlatılırken (1. saat), ikinci gün Güneş tarafından başlatılıyor (25. saat), ardından Ay (49. saat), Mars, Merkür, Jüpiter ve Venüs geliyordu. Her güne o günü başlatan tanrının adı verildiğinden, Roma takviminde haftanın günlerinin sıralaması da Nundina döngüsünün reddedilmesinden sonra bu şekildeydi. Birçok modern dilde bu sıralama korunmuştur.[224] İngilizcedeki Saturday (Cumartesi), Sunday (Pazar) ve Monday (Pazartesi), söz konusu Latince gün isimlerinin doğrudan çevirisidir. Diğer günler ise adlarını sırasıyla Mars, Merkür, Jüpiter ve Venüs'e benzer veya eşdeğer kabul edilen Anglosakson tanrıları olan Tīw (Tuesday - Salı), Wōden (Wednesday - Çarşamba), Þunor (Thursday - Perşembe) ve Frīġ (Friday - Cuma) adlı tanrılardan almıştır.[225]
Dünya, İngilizce adı Greko-Romen mitolojiden türetilmemiş tek gezegendir. Dünya'nın bir tanrı adı ile anılmamasının sebebi henüz 17. yüzyılda genel anlamda bir gezegen olarak kabul edilmiş olmasıdır (aynı durum İngilizcede Güneş ve Ay için de geçerlidir ancak artık birer gezegen olarak kabul edilmezler).[180] Dünya'nın İngilizce adı olan Earth, "toprak" ve "kir" anlamına geldiği gibi, direkt Dünya için de kullanılan Eski İngilizcedeki eorþe kelimesinden gelir.[226] İngilizcedeki earth, Almancadaki Erde, Felemenkçedeki aarde ve İskandinav dillerindeki jord sözcüklerinden görülebileceği üzere, İngilizcedeki Earth sözcüğü, tıpkı muadili olan diğer Cermen dillerindeki gibi nihayetinde Proto-Cermencedeki erþō kelimesinden türemiştir. Latin dillerinin çoğu, "deniz" sözcüğünün karşıtı "kuru toprak" anlamındaki eski Latince terra (veya terra'nın bazı çeşitlerini) sözcüğünü korur.[227] Romence olmayan diller kendi yerel sözcüklerini kullanır. Örneğin Yunanlar, orijinal adı olan Γή (Ge) sözcüğünü kullanmayı sürdürür.[228]
Avrupa dışındaki kültürler başka gezegen adlandırma sistemleri kullanır. Gezegen sözcüğü, İslam dünyası ve Osmanlı dönemi astronomi çalışmalarında kullanılan Arapça "سيارة" (seyyare) sözcüğünün karşılığı olarak, Cumhuriyet döneminde Türkçe terimlerin teşvik edilmesi kapsamında "gezmek" fiilinden türetilmiştir.[229][230][231] Modern Türkçede, Dünya dışındaki Güneş Sistemi gezegenleri Latince isimlerinin Türkçe okunuşlarıyla anılır. Bu gezegenler Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün ve Uranüs'tür. Kutadgu Bilig'de Merkür'e dilek anlamındaki Tilek,[232] Mars'a Kürüd (Bakır Sokum, Bakır-sukımı[233] olarak da adlandırılır), Jüpiter'e Ongay (Anadolu'da Öngay veya Öngey olarak da adlandırılır) ve Satürn'e Sekentir denilir.[234][235] Güneş için Eski Türkçede Kün ve Kuyaş gibi sözcükler kullanılırken, Ay sözcüğü korunarak günümüze gelmiştir.[235][236] Dünya ise Eski Türkçede Acun ismiyle anılıyordu.[235]
Gezegenlerin çoğunun yerel Farsça isimleri, Yunan ve Latin isimlerine benzer şekilde, Mezopotamya tanrılarının İran tanrılarıyla özdeşleştirilmesine dayanır. Merkür, Nabu'ya benzeyen Batı İran tanrısı Tīriya'nın (kâtiplerin koruyucusu) adından gelen Tir (Farsça: تیر); Venüs, Anahita'nın adından gelen Nāhid (ناهید); Mars, Veretragna'nın adından gelen Bahrām (بهرام); ve Jüpiter, Ahura Mazda'nın adından gelen Hürmüz (هرمز) adıyla anılır. Satürn'ün Farsça adı Keyvān (کیوان), “kalıcı, sabit” anlamına gelen Akadca kajamānu'dan alınmıştır.[237]
Hindistan, yedi geleneksel gezegeni (Güneş için Surya, Ay için Çandra, Merkür için Budha, Venüs için Şukra, Mars için Mangala, Jüpiter için Bṛhaspati ve Satürn için Şani) ve sırasıyla kuzey ve güney ay düğümleri olan Rahu ve Ketu'yu içeren Navagraha'ya dayalı bir sistem kullanır.[238]
Çin ve tarihsel olarak Çin'in kültürel etkisi altında kalmış Doğu Asya ülkeleri (Japonya, Kore ve Vietnam gibi) beş Çin elementi olan su (Merkür 水星 “su yıldızı”), metal (Venüs 金星 “metal yıldızı”), ateş (Mars 火星 “ateş yıldızı”), tahta (Jüpiter 木星 “tahta yıldızı”) ve toprağa (Satürn 土星 “toprak yıldızı”) dayalı bir adlandırma sistemi kullanır.[224] Uranüs (天王星 “gökyüzü kralı yıldız”), Neptün (海王星 “deniz kralı yıldız”) ve Plüton'un (冥王星 “yeraltı kralı yıldız”) Çince, Korece ve Japoncadaki isimleri, bu tanrıların Roma ve Yunan mitolojisindeki rollerine dayanan birer öyküntüdür.[239][240][d] 19. yüzyılda Alexander Wylie ve Li Şanlan ilk 117 asteroitin isimlerini öyküntü yoluyla Çinceye çevirmişlerdir ve bu isimlerin birçoğu günümüzde de kullanılır. Bu çevirilere örnek olarak Ceres (穀神星 “tahıl tanrıçası yıldızı”), Pallas (智神星 “bilgelik tanrıçası yıldızı”), Juno (婚神星 “evlilik tanrıçası yıldızı”), Vesta (灶神星 “ocak tanrıçası yıldızı”) ve Hygiea (健神星 “sağlık tanrıçası yıldızı”) verilebilir.[242] Bu tür çeviriler, 21. yüzyılda keşfedilen Haumea (妊神星 “hamilelik tanrıçası yıldızı”), Makemake (鳥神星 “kuş tanrıçası yıldızı”) ve Eris (鬩神星 “kavga tanrıçası yıldızı”) gibi bazı cüce gezegenler de dahil olmak üzere daha sonra keşfedilen bazı küçük gezegenlere genişletilmiştir. Bununla beraber nispeten daha iyi bilinen asteroitler ve cüce gezegenler dışında bu çevirilerin çoğu, Çince astronomi sözlükleri dışında nadiren kullanılır.[239]
Geleneksel İbrani astronomisinde, yedi geleneksel gezegenin çoğunlukla tanımlayıcı isimleri vardır. Güneş "sıcak olan" anlamına gelen חמה Ḥammah, Ay "beyaz olan" anlamına gelen לבנה Levanah, Venüs "parlak gezegen" anlamına gelen כוכב נוגה Kokhav Nogah, Merkür "gezegen" (ayırt edici özelliklerinden yoksun olduğu düşünülürse) anlamına gelen כוכב Kokhav, Mars "kırmızı olan" anlamına gelen מאדים Ma'adim ve Satürn "dinlenen" (diğer görünür gezegenlere kıyasla yavaş hareket etmesine dayanarak) anlamına gelen שבתאי Şabatay adıyla anılır.[243] Aralarında farklı olan צדק Tzedek, yani "adalet" olarak adlandırılan Jüpiter'dir.[243] İlk olarak Babil Talmudu'nda görülen bu isimler, aslında gezegenlerin orijinal İbranice isimleri değildir. Salamisli Epifanios MS 377 yılında pagan veya Kenan bölgesine ait çağrışımları olan bir dizi ismi kayda geçmiştir. Dini nedenlerle değiştirilen bu isimler muhtemelen gezegenlerin tarihi ve orijinal Sami isimleridir. Bu isimler Babil astronomisine kadar uzanan eski bir kökene sahip olabilirler.[243] Uranüs (אורון Oron, “küçük ışık”) ve Neptün (רהב Rahab, İncil'de geçen bir deniz canavarı) için İbranice isimler 2009 yılında seçilmiştir.[244] Bundan önce “Uranüs” ve “Neptün” isimleri aynen kullanılıyordu.[245]
Arapça'da Merkür, (عُطَارِد, Utârit), Venüs (الزهرة, el-Zühre, "parlak olan",[246] tanrıça el-Uzzâ'nın bir sıfatı[247]), Dünya (الأرض, el-Arz, eretz ile aynı köktendir), Mars (اَلْمِرِّيخ, el-Merih[248]), Jüpiter (المشتري, el-Müşteri[249]) ve Satürn (زُحَل, Zühal, "geri çekilen"[250]) ismiyle anılır.[248][251] Merkür, Mars ve Jüpiter'in Arapçası için farklı kelime kökenleri ortaya atıldıysa da akademide bu üçünün kökeni hakkında bir fikir birliği yoktur.[248][249][252][253]
Güneş Sistemi'ndeki diğer gezegenler 18. ve 19. yüzyıllarda keşfedildiğinde, Uranüs bir Yunan tanrısının, Neptün ise bir Roma tanrısının (Poseidon'un Roma Panteonu'ndaki karşılığı) adını almıştır. Asteroitler de başlangıçta mitolojiden isimlendirilmiştir - Ceres, Juno ve Vesta ana Roma tanrıçalarıdır ve Pallas Yunan tanrıçası Athena'nın bir lâkabıdır. Daha fazla gök cismi keşfedildikçe bunlara ilk olarak küçük tanrıçaların isimleri verilmeye başlanmış ve 1852'deki yirminci asteroit Massalia'dan itibaren mitolojik adlandırma kısıtı kaldırılmıştır.[254] Plüton (adını Yunan yeraltı tanrısından almıştır) keşfedildiğinde bir gezegen olarak kabul edildiğinden klasik isimlerden biri verilmiştir. Neptün ötesinde daha fazla cisim keşfedildikten sonra, yörüngelerine bağlı bazı adlandırma kuralları uygulamaya konmuştur: Neptün ile 2:3 rezonansta olanlara (plütinolar) yeraltı mitlerinden isimler verilirken diğerlerine yaratılış mitlerinden isimler verilmiştir. Neptün ötesi küçük gezegenlerin çoğu diğer kültürlerdeki tanrı ve tanrıçaların isimlerini almıştır (örneğin Quaoar bir Tongva tanrısının adını taşır). Roma ve Yunan tanrılarının adının verilmesi geleneğini devam ettiren birkaç istisna vardır. Keşfedildiğinde onuncu bir gezegen olarak kabul edilen Eris, bu istisnalara bir örnektir.[255][256]
Uydulara (gezegen kütleli olanlar da dahil) genellikle ana gezegenleriyle ilişkili isimler verilir. Jüpiter'in gezegen kütleli uyduları Zeus'un dört sevgilisinin (ya da ilişkiye girdiği partnerlerinin) adını; Satürn'ün uyduları, Kronos'un kardeşler olan Titanların adını; Uranüs'ün uyduları, Shakespeare ve Pope'un eserlerindeki karakterlerin (başlangıçta özellikle peri mitolojisinden esinlenilmişti[257] ancak bu durum Miranda'nın isimlendirilmesiyle sona ermiştir) adını almıştır. Neptün'ün gezegen kütleli uydusu Triton adını Neptün'ün oğlundan; Plüton'un gezegen kütleli uydusu Charon, adını yeni ölenlerin ruhlarını yeraltı dünyasına (Plüton'un etki alanı) taşıyan ölülerin kayıkçısı Haron'dan almıştır.[258]
Güneş | Merkür | Venüs | Dünya | Ay |
Mars | Jüpiter | Satürn | Uranüs | Neptün |
Merkür, Venüs, Jüpiter, Satürn ve muhtemelen Mars'ın yazılı sembollerinin geç Yunan papirüs metinlerinde bulunan biçimlerine kadar izi sürülmüştür. Jüpiter ve Satürn sembolleri, bu sembollere karşılık gelen Yunanca adların monogramları olarak tanımlanırken, Merkür'ün sembolü stilize bir kadüsedir.[259]
Annie Scott Dill Maunder'e göre, gezegen sembollerinin öncülleri sanatta klasik gezegenlerle ilişkili tanrıları temsil etmek için kullanılmıştır. Francesco Bianchini tarafından 18. yüzyılda keşfedilen ancak 2. yüzyılda yapılmış Bianchini planisferi,[260] tanrıların gezegen sembollerinin tahminen ilk hâllerini ellerinde tuttuğu Antik Yunan kişileştirmelerini gösterir. Merkür'ün elinde bir kadüse; Venüs'ün kolyesinde başka bir kolyeye bağlı bir kordon; Mars'ın elinde bir mızrak; Jüpiter'in elinde bir asa; Satürn'ün elinde bir tırpan; Güneş'te ışınlar saçan bir taç; Ay'ın ise bir hilâlin tutturulduğu bir başlığı vardır.[261] Haç işaretli modern şekiller ilk olarak 16. yüzyıl civarında ortaya çıkmıştır. Maunder'e göre, haçların eklenmesi “eski pagan tanrılarının sembollerine bir nevî Hristiyanlık tadı verme girişimi" gibi görünür.[261] Dünya ise klasik bir gezegen olarak kabul edilmediği için günmerkezli modelin kabulünün öncesinden kalma ve dünyanın dört yanını temsil eden bir sembolden türemiştir.[262]
Güneş'in etrafında dönen başka gezegenler keşfedildiğinde yeni semboller üretildi. En yaygın astronomik sembol olan Uranüs'ün sembolü⛢,[263] Johann Gottfried Köhler tarafından yapılmıştır ve sembolün üretildiği tarihlerde henüz yeni keşfedilmiş bir element olan platini temsil etmesi amaçlanmıştır.[264][265] Jérôme Lalande tarafından üretilmiş olan alternatif sembol ♅, Uranüs'ün kâşifi Herschel'i temsilen tepesinde H harfi olan bir küredir.[266] Günümüzde ilk sembol⛢ çoğunlukla astronomlar tarafından, ikinci sembol ♅ ise astrologlar tarafından kullanılır, ancak her iki sembolü de farklı bağlamlarda bulmak mümkündür.[263] Keşfedildiklerinde gezegen olarak kabul edilen bazı asteroitlere de aynı şekilde soyut semboller verilmiştir. Örneğin Ceres'i bir orak (⚳), Pallas'ı mızrak (⚴), Juno'yu bir kraliyet asası (⚵) ve Vesta'yı bir ocak (⚶) sembolü temsil ediyordu. Ancak keşfedilen gök cisimlerinin sayısı giderek arttıkça sembol vermek yerine numaralandırma uygulamasına geçildi (mitolojiden bir isim almamış ilk asteroit olan Massalia, aynı zamanda kâşifi tarafından bir sembol verilmeyen ilk asteroittir). İlk keşfedilen dört asteroit olan Ceres, Pallas, Juno ve Vesta'nın sembolleri diğerlerinden daha uzun süre kullanımda kalmıştır.[151] Öyle ki günümüzde bile NASA Ceres'in sembolünü kullanır - Ceres aynı zamanda bir cüce gezegen olan tek asteroittir.[267] Neptün'ün sembolü (♆), Neptün'ün üç dişli mızrağını temsil eder.[265] Plüton'un astronomik sembolü bir P ve L harflerinin bir monogramından ibarettir (♇)[268] ancak Uluslararası Astronomi Birliği, Plüton'u yeniden sınıflandırdığından beri bu sembolün kullanımı azalmıştır.[267] Plüton'un yeniden sınıflandırılmasından bu yana NASA, Plüton'un geleneksel astrolojik sembolü olan ve Plüton'un çatal dişi üzerinde bir gezegen küresi olan sembolü (⯓) kullanır.[267]
Dünya | Vesta | Juno | Ceres | Pallas | Hygiea | Orcus |
Plüton | Haumea | Quaoar | Makemake | Gonggong | Eris | Sedna |
Uluslararası Astronomi Birliği, modern makalelerde gezegen sembollerini kullanmak yerine, büyük gezegenler için tek harfli veya iki harfli (Merkür ve Mars'ı birbirinden ayırt etmek için) kısaltmaları destekler. Güneş ve Dünya'nın sembolleri yine de yaygın kullanılır çünkü Güneş kütlesi ve Dünya kütlesi gibi benzer birimler astronomide yaygındır.[269] Günümüzde diğer gezegen sembollerine çoğunlukla astrolojide rastlanır. Astrologlar ilk keşfedilen birkaç asteroit için eski astronomik sembolleri yeniden diriltmiş ve diğer gök cisimleri için de yeni semboller üretmeye devam eder.[267] Bunlara 21. yüzyılda keşfedilen cüce gezegenler için verilen nispeten standart astrolojik semboller de dahildir. Bu cüce gezegenlere astronomlar tarafından sembol verilmemiştir zira keşfedildikleri tarihlerde gezegen sembollerinin kullanımı astronomide çoğunlukla bırakılmıştı. Birçok astrolojik sembol Unicode'a dahil edilmiştir ve bu yeni sembollerden birkaçı (Haumea, Makemake ve Eris'in sembolleri) Unicode'a dahil edildiğinden beridir NASA tarafından da astronomide kullanılır.[267] Örneğin Eris'in sembolü, tanrıça Eris'e tapan bir din olan Discordianizm'e ait geleneksel bir semboldür. Diğer cüce gezegen sembolleri çoğunlukla (Haumea hariç) geldikleri kültürlerin yerel yazılarındaki baş harflerdir. Buna ek olarak Makemake'nin yüzü veya Gonggong'un yılan kuyruğu gibi bazı semboller, söz konusu gök cismiyle ilişkilendirilen tanrı veya kültürle ilgili bir öğeyi de temsil ederler.[267][270]
The most common size of planet Kepler found doesn't exist in our solar system—a world between the size of Earth and Neptune—and we have much to learn about these planets.
<ref>
etiketi; :12
isimli refler için metin sağlanmadı (Bkz: Kaynak gösterme)Vikisözlük'te tanımlar | |
Vikisöz'de alıntılar | |
Vikikaynak'ta belgeler | |
Vikikitap'ta kitaplar | |
Vikiversite'de eğitim kaynakları | |
Vikiveri'de veri |